Bu konuyla ilgili ilk yazımız 23.7.2015 tarihli gazetemizde çıktı. Sonunda da “haftaya bu konuyu bağlayalım” derken, “inşaallah” duâsına sığınmıştık.
Bu bir kelimedir deyip geçmemek lâzım. Neticede yine Allah’ın dilediği oldu ve bugüne kaldı. Zira yazarımız Halil Uslu’nun vefatı, onun Konya’daki cenazesine katılmak, daha sonra Van Mevlidi, ayrıca süreci içinde tıkanan ve gittikçe daha vazgeçilmez hale gelen “çözüm”e Bediüzzaman bakışı gibi konular, mezkûr yazımızın devamını bugüne erteledi.
Yazımızın ilki olumlu tepkiler aldı. Hatta www.dinihaberler.com sitesine alındığını Diyanet camiasından arkadaşlarımız bildirdiler. Umarız ki Diyanet İşleri Başkanı sayın Görmez’in de dikkatini çekmiştir.
***
Mücedditler silsilesinin son halkası Bediüzzaman Said Nursî diyor ki: “Din hayatın hayatı, hem nûru hem esası. İhya-yı din ile olur bu milletin ihyası.”
Onun bu beyanındaki “ihya-yı din” ifadesine bilhassa dikkat lâzım. Yani din vardır, ama bu dinin yeniden ihyası lâzım, canlandırılması lâzım, hayata geçirilmesi lâzım. Lâfızdan ibaret ve sadece nüfus kütüğünde yazılı kalan bir İslâm, şahsın hayatına yansımadıktan sonra hayatın hayatı olamaz.
Hal böyle olunca da, bir Muhammed İkbal çıkar, “Kaç bu Müslümanlardan sığın İslâm’a” demek zorunda kalır. Bediüzzaman gibi bir müceddid de, Kur’ân’a, ilk nazil olduğu zamanındaki gibi kalbini açar, Rabbim de onun kalbine Kur’ân hakikatlerini ilham eder, güneşden gelen ışıklar gibi Kur’ân’dan gelen nurları ihsan eder.
Said Nursî’nin (ra) hayatında, doğumundan itibaren görülen harika haller, onun bu “ihsan-ı İlâhî”ye mazhar olacağının göstergesi olmuştur.
Kendi ifadesiyle:
“Eski Harb-i Umûmide ve daha evvellerinde bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti; dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır.
Dedim: ‘Ana korkma, Cenâb-ı Hakk’ın emridir. O hem Rahîmdir, hem Hakîmdir.’
Birden, o halette iken, baktım ki mühim bir zat bana amirâne diyor ki: ‘İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et!’ Uyandım; anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım.”
Birinci Dünya Savaşı hem Osmanlı, hem de İslâm âlemi için önemli bir dönüm noktası olmuştur. Osmanlının yıkılmasıyla İslâm âlemi, imamesi düşmüş tesbih taneleri gibi dağılmış ve çok sıkıntılar çekmiştir. Ama bunlar işin zahiri boyutu. Üstad, daima istikbalin İslâm’ın olacağını söylemiştir.
Bu hususta yazar İlhan Öztin’in şu görüşleri de çarpıcı ve değerli:
“Bize ilköğrenimimizden itibaren bir laiklik tanımı yaptılar. ‘Din ile dünya işlerinin ayrılması’ biçimindeki bu tanımın, farkında olmadan hepimize yutturulan bir zoka olduğunu, Bediüzzaman’ın ‘Din hayatın hayatı…’ tanımı ile çizdiği çerçeveyi idrak edince anladım. Yıllarca yanlış bir yönlendirmenin hedefi olduk.
‘Din ile dünya işlerinin ayrılması’ ne demektir? ‘Dünyevî işlerinizde dinin yeri yoktur.’ demektir. Peki, din nedir? O güzeller güzeli Efendimiz (asm), dini ‘Güzel ahlâk’ diye tanımlamamış mıdır? O halde ahlâkın günlük hayatımızın içinde yeri olmamalı mı? Evet, tam da öyle! Düşünün bir kere, sadece mukaddes saydığımız mekânlarda uygulanabilir prensipleri ihtiva ettiği için, dini mukaddes mekânların dışında hiçbir işimize karıştırmayacağız. Yani cami veya mescitlerde yalan söylemeyeceğiz, hırsızlık etmeyeceğiz, adaletsiz olmayacağız, hak ve hukuka saygılı olacağız, fakat onun dışındaki yaşadığımız hayatın her alanında aksini yapabileceğiz, öyle mi? Bu tanım; mantık itibariyle buraya taşıdı bizi. Hatta bu anlayış, günlük hayatımızdan ‘ahlâk’ kelimesini çıkarıp yerine tamamen yabancısı olduğumuz ‘etik’ kelimesini yerleştirmek suretiyle, bizi ahlâk kelimesinin yaptığı ve yapacağı kutsal çağrışımlardan da uzaklara taşıdı..”
Kur’ân-ı Kerîm’in nasıl bir mu’cize olduğunu anlatan ve bihakkın “Kelâmullah” olduğunu ispat eden Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesi’nin başında geçen şu ifadelerle yazımızı noktalayalım:
“Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken, Başka bürhan aramak aklıma zait görünür. Elde Kur’ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?