Hayy ve Kayyum olan Cenâb-ı Hakk’ın “Hayy” isminden gelen ve o isme dayanan “hayat”ın devamlılığına iman edenlerdeniz.
Burada istimal ettiğimiz “son”lar, hayatın dünyevî boyutu itibariyledir ve zahiridir. Bu zahirî ve geçici olan “son”lardan bir kaç tanesini Halil Ağabey için sıralayacak olursak; son seyahati, son makalesi, son mesajları, son sözleri, son arzuları ve son yolculuğu gibi ilk akla gelenler olabilir.
Bir de “son konferansı” diyebiliriz ki, sizleri onun son konferansıyla başbaşa bırakmadan önce; onun sır dolu, macera dolu hayat serüvenine kısa bir göz atabiliriz. Bu göz atmak, elbette onun baştan sona hayat hikâyesi anlamında değildir. Zaten kendisi bile, yaşadıklarına doya doya durup bakamadı. Macera dolu, sır dolu, heyecan dolu hareketli yaşayışının hızına yetişemedi. Çok da yavaş olmayan ve hiç de azımsanamayacak olan konuşmaları, okumaları ve yazmaları onun hızlı yaşayışının hep gerisinde kaldı. Bini aşan konferansları, binleri bulan makaleleri bile, onun; hızlı, hareketli, maceralı ve çileli yaşayışını yansıtmakta yetersiz kaldı. Yeri geldikçe, hayatından bir kesit, bir kare sunacak olduğu zaman, her defasında “her neyse” deyip keserek, bazen de “sırlar âlemi” diyerek, asıl mevzuuna dönüp, daha ileri götürmedi.
Kendisi henüz 6 yaşındayken, amcası tarafından Konya’ya götürülmüş. Ailesi ve yakın akrabaları Başet yakınında ve Van’da ikamet etmelerine rağmen, kendisi halasıyla ve amcasıyla beraber Konyalı olmuş. Ama büyüdükçe ve dâvâ şuuru inkişaf ettikçe Konya’ya sığmaz hale gelince, kendisini; hızlı, hareketli ve maceralı bir hayatın kucağında bulmuş. Hizmet aşk ve şevkiyle her tarafı karış karış dolaşmış.
Aziz ve muazzez Üstâd’ıyla ilgili bir hatırası olarak, 1960 Ocak ayında, Konya’da onunla nasıl göz göze geldiğini, arabasının içinde olan Üstad’ı, Mevlânâ selâmıyla (kollarını göğsünde kavuşturarak ve eğilerek) nasıl selâmladığını ve Üstad’ın da ona nasıl iki eliyle “gel, gel” dercesine işarette bulunduğunu kendisinden dinlemiştik. Göz göze gelip selâmlaştığı zâtın, hakikî kimliğini de daha sonra o şuura erince öğrenmiş. Denilebilir ki, ondaki bu hizmet aşk ve heyecanının fitilini tutuşturan da, o selâmlaşma ve o göz göze gelme olmuştur. Ve Üstad’ın 1960’da ona teveccüh edip iki eliyle “gel, gel” işareti, 55 sene aradan sonra bugün beşarete dönüştü. Halil Uslu, Üstad’ına koştu. Belki de onun o aceleci ve hızlı hali, bir an önce vazifelerini bitirip ona koşma arzusundan ileri geliyordu. Sırlar âlemi.
Çocukluğunu doya doya yaşayamadığını mı dersiniz.. Küçücükken annesinden-babasından uzakta, öz vatanında garip yaşadığını mı dersiniz.. Belli bir yaşa gelip Nur Talebesi olma şuuruna erdikten sonra, hayatın içine, akranlarından farklı dalışını mı dersiniz... 1978-79 yıllarında meşveret kararıyla vazifeli olarak, Van merkezli şark hizmetindeyken şahit olduklarını mı dersiniz... 12 Eylül’de tutuklanıp yargılanmasını, işkenceli hapis günlerini mi dersiniz... Hapishanelerde mahpuslara hitap ederken yaşadıklarını ve duyduklarını mı dersiniz...
Ve nihayet, en uzağındakilerle ve seyrek buluştuklarıyla kurabildiği muhabbet bağını, etki ve iletişim ağını; en yakınındakilerle aynı derecede sağlayamamasının ve çoğu zaman “anlaşılamaz” oluşunun ıztırabını mı dersiniz... Buradaki “anlaşılamazlık”, sözleri ve üslûbu yönüyle değildir. Risale-i Nur, onun lisanını ve üslûbunu da güzelleştirerek, sesinin güzelliğiyle uygun hale getirmişti. Ondaki “anlaşılmazlık”; halet-i rûhiyesi, mevzulara hâkimiyeti, halin icabına göre ânında vaziyet alabilmesi, hitabet gücü, etkileyiciliği ve her ortama renk katabilme kabiliyeti gibi özelliklerden kaynaklanıyordu. Bu hususlarda “geri adım” atabilmesi de, onun elinde olan bir şey değildi. Yani On Üçüncü Mektub’da geçen, Emir Ebu Ferras el-Hamdanî’nin şiiri gibi. “Biz öyle insanlarız ki, bizim için işin ortası yoktur. Biz ya önünde yer alırız, ya da ölür kabre gideriz.”
İşte Halil Uslu Ağabeyin son konferansının ana başlığı da bu olabilir: “Biz ya önünde yer alırız, ya da ölür kabre gideriz.” Ecel de onu, önde yürüyemediği, önde yürüme ümidinin azaldığı bir anda ve mekânda yakaladı.
Dolu dolu, çok verimli ve hareketli bir ömür. Risale-i Nur’daki “acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak” ifadelerinin mânalarını lisan-ı haliyle âleme ilân eden bir ömür. Gece demeden, gündüz demeden; yaz demeden, kış demeden; sıhhat demeden, hastalık demeden hizmet aşkıyla coşan bir ömür. Zarif ve nahiv halini her zaman koruyarak, dünyevî ve bedenî ağırlıklara iltifat etmeyen bir ömür. Ruhunun inceliğine, ilminin nuranîliğine, zihninin berraklığına, hafızasının zindeliğine, bedenini de iştirak ettiren bir ömür. İlerleyen yaşı bile, ondaki bedenî zaafiyetleri açığa çıkaramadı. Ağarmayan saçları, ışıldayan gözleri, şifa yaprakları, riyazeti, bitmeyen enerjisi, yılmayan edası, solmayan sevdası, coşkun hitabeti gibi hasletleri; vücudunda mekân tutan ve ölümün keşif kolları olan hastalıkları perdeledi, göstermedi.
Daha Mayıs ayında, dâvetimize icabet mecburiyetiyle ve hasta haliyle Avusturya’ya gelmişti. Her öksürüşünde göğsünden bir parça kopup gelecek gibi oluyordu, o ise okuyup anlattıkça şevk ve heyecanla doluyordu. Dönüşüne gelince, 29 Mayıs sabahından 30 Mayıs sabahına kadar, Avusturya’dan Konya’ya yollarda geçiyor. Sonra dinlenmeden Isparta Mevlidine gidiyor.
Ve 21 Temmuz.. Vefat haberini anîden alınca, hizmetlerimiz açısından ve bize bakan yönüyle üzüldüğüm kadar, ne gariptir ki onun adına ferahlık hissettim. Zira onun, engel tanımaz, zorluk tanımaz, hastalık tanımaz halini ancak “ölüm” durdurabilirdi. Bediüzzaman Mevlidi hazırlıkları için, 31 Temmuz-13 Ağustos arası Van’da olacaktı. Kargoyla gönderilen kitaplarını aldık, ama kendisi gelemedi. Ahirete kesilen bileti, Van biletini geçersiz kıldı.
Veda yolculuğunda Konya’da hazır bulunduk. Orada, hal diliyle haziruna verdiği konferans, denilebilir ki, bütün konferanslarının en etkilisiydi.