Avrupa’yı Asya’ya bağlayan Boğaz Köprüsü’nün temelinin atılmasıyla birlikte yayın hayatına başlayan Yeni Asya; o gün bugündür ilim, irfan, kültür, medeniyet, siyaset, hürriyet ve demokrasi sahasında müsbet boyutlarıyla iki kıt’ayı birbirine bağlama misyonunu sürdürmeye devam ediyor.
Hatta gazetenin ilk sayısında (21 Şubat 1970) merhum N. Mustafa Polat’ın makalesinin konusu da budur. İşte oradan iki cümle:
“Evet, ‘Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır.’ Onun bahtını, talihini açacak, onu geliştirip inkişaf ettirecek istibdad değil, diktatörlük değil, tahakküm değil; şûrâdır, meşverettir, cumhuriyettir.”
Peygamberler diyarı olan Asya’nın manevî zenginliğini değerlendirip, maddî ihtiyaç madenini işlettirip Avrupa’nın hakîki medeniyetiyle buluşturma misyonunu, elbette ki Bediüzzaman’ın naşir-i efkârı olan bir gazete sürdürmelidir, sürdürüyor ve sürdürecektir.
Yeni Asya’ya yazı, haber, resim, karikatür vesairenin intikalinden tutun, tâ gazetenin taze olarak gün yüzüne çıkışına kadar ve sonra okuyucusuyla buluşmasına kadar; manşetinden en küçük bir haberine kadar, ilânından karikatürüne kadar safha safha, sayfa sayfa ve nihayet okuyucunun muhatabiyet derecesine göre derece derece Yeni Asya ile buluşmalar, yüz yüze gelmeler söz konusu edilebilir, bu hususta çok şeyler söylenebilir, yazılabilir ve çizilebilir. Yani sadece kuruluş yıl dönümlerinde yazılanlarla ve yapılanlarla bu destan, bu bostan ve bu gülistan anlatılmış olamaz.
Bir de bu gazetenin; emrine amade olduğu Bediüzzaman’ın ve hizmetkârı olduğu Risale-i Nur’ların hesabına sergilediği bir duruşu ve bir faaliyet alanı var ki; dershaneler, hizmet birimleri, meşveretler ve dâvâya gönül veren erler bu sahanın unsurları olarak aynı hedefte buluşurlar. O erlerden, o fedailerden hangisini burada ismen analım ki... Hem zaten bilinmek de istemezler. Biline biline bilinmez hale gelmektense, nefis ve hissiyat cihetinde siline siline silinmez hale gelirler. Bizim gibi yazı yazanların isimlerinin görünmesine gelince, -nefsim adına- şerre merci olmak içindir. Yani fenalıklar, hatalar nefsimize; güzellikler, isabetli tesbitler Risale-i Nur’a ve şahs-ı manevîye aittir.
O erler ve erenler ki, Said’in yolunda “said” olma sevdasıyla yollara düşerler.
Şairimizin şu sözlerine masadak olurlar:
“Kar, kış demez; irkilmez, üzülmez, acı duymaz;
Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.”
Bu mısralardan hemen sonra, Avusturya’dan yol arkadaşımla beraber yollara düşüşümüzün serencamını nazara vermek, ihlâs sırrıyla bağdaşmıyor olabilir, ama yukarıdaki mısralarla uyum sağladığı için, sizlerin ihlâsınıza, duâlarınıza, hüsn-ü telâkkinize ve esas metaneti yol arkadaşıma mal etmenize sığınarak arz ediyorum. Hakikaten şairin mısralarındaki mânayı yaşadık ki, Yaşatan’a ve Yaradan’a şükür olsun.
Hakikaten kar kış demedik, acı duymadık. Hakikaten yolumuz üstündeki kar, sis ve fırtına ılık gölgeli bir yaz gibi geçti. Dâvânın asıl çilesini çekerek, en haşin kışlardan, en güzel baharlara bizleri kavuşturma yolunda gecesini gündüzüne katarak çalışanlara selâm olsun. Hepsinin namına bir ismi, meselâ Zübeyir Ağabey’imizi analım ki, güzelce serd-i kelâm olsun.