"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Hâkime Hesna Şener ve Bediüzzaman

Misbah ERATİLLA
20 Kasım 2016, Pazar
İkinci Dünya Savaşı başlayalı üç yıl olmuştu. Kırk yaşına bastığım 1942 yılı içinde Denizli’ye hâkim olarak atanmıştım.

Senirkent’li olarak Isparta tarihinde ilk üniversite mezunu, ilk hukukçu ve ilk hâkim olarak göreve başlamıştım. Denizli adliyesine, ilk kadın hâkim olarak atandığımda herkes benden bir adım uzak duruyordu. O yıllar her şehirde olduğu gibi Denizli’de de savaş, fakirlere daha zor günler yaşatıyordu.

Türkiye gündeminin birinci sırasını işgal eden bir dâvâ ile, 1943 yılının sonlarına doğru Denizli adliye koridorları buz kesmişti.  Bediüzzaman ve uzak, yakın il ve ilçelerden toplanan 120’ye yakın talebesi asılacak diye her yerde konuşuluyordu. Sanki İkinci Dünya Savaşı Denizli adliyesinde sessiz bir sinema şeklinde yapılmaktaydı. Hâkimler Denizli mahkemesine gelen bu yeni dosyadan kaçmak ve ondan kurtulmak için her yolu deniyorlardı. Dosyanın ağırlığını gören hâkimler sudan bahanelerle izne ayrılıyorlardı. Bu ateş topuna benzeyen dosyayı merak ederek araştırmaya başladım. Dosyayı ve suç teşkil eden kitapları birer birer okudum. Sonuç olarak dosyada ismi geçen sanıkların sipariş üzerine idamlarının istendiği anlaşılıyordu. Günlerce iddiaları ve bilirkişi raporlarını yeniden inceledikten sonra yüreğimde masumlara taraf bir vicdan borcu belirmeye başladı. Dosyada isimleri geçenler özellikle de Said Nursî’nin kuyuya atılmış Hz. Yusuf gibi mazlûm olduğuna kanaat getirdim. Vicdanım, yüreğime yerleşerek aklımdan önce feryat edip: “Suç bunun neresinde?” diyordu.

Denizli Adliyesi’nde Türkiye’nin bir numaralı dâvâsının 12. Duruşmasının başlamasına saatler kala dâvâya bakan hâkimlerden birinin hastalanması sonucu mahkeme başkanı beni bu dâvâya hâkim olarak atadı. Dâvânın 12. Duruşması sessiz ve gergin bir atmosferde başladı. İddialar Beşinci Şuâyla başladı, Yedinci Şuâyla devam ediyordu. Savunmalar ölüm kalım savaşı gibi sert geçiyordu. Üstadla beraber bazı talebeler de Risale-i Nur’un müdafaasını yapıyordu. Mahkeme saatlerce devam etti. İdam için ellerini ovuşturanlar karar açıklandığında şok olmuştu. Mahkeme salonundaki duruşma, ülkenin birinci meselesi haline geldiğinden devlet erkânı tarafından da izleniyordu. Hâkimler heyetinin vereceği karar, onların mesleklerini ve geleceklerini tehlikeye atacak kadar önemliydi. Dâvâ sonunda II. Medrese-i Nuriye sanıklarına idam kararı verilmesi beklenirken 15 Haziran 1944’te beraat etmişlerdi.  

Bu önemli dâvâ bittikten on gün sonra oda kapım bir kaç kez üst üste çalındı. Vaktim olmadığından kimseyle görüşmek istemiyordum. Kapı hafiften aralanarak açıldı; içeri girmek isteyenin kim olduğuna baktığımda karşımda akrabam Ali İhsan Tola’yı gördüm. Utangaç ve mahcup bir edayla kapıya yakın bir yere geçip ellerini önde bağlayarak selâm verdi. Ali ihsan’ı akrabam olmasına rağmen pek yakından tanımazdım. Sevinçle ayağa kalkıp: “Gel bakalım. Koca Nurcu!” dedim. Ona “Seninle hemşehriyiz, Isparta Senirkent’liyiz, üstelik de akrabayız. Ali İhsan seni tanıyorum. Sen de Nurcusun!” dediğimde odada bir görevlinin olduğunu unutmuştum. Görevliye: “Sen kapıyı kapat ve bize de iki çay söyle bakalım!” dedim. Ali İhsan’a: “Söyle bakalım! Ne olacak benim bu halim? Baksana, ne dünyaya yaradık, ne ahirete. Enaniyetten ne evlenebildim, ne de tesettürlü bir hayatı yaşayabildim. Bu halimi düşününce, bazen rahmetli babama bile kızıyorum. Tutturdu oku diye. Ben de okudum. Sonra beni üniversiteye gönderdi. Zaman zaman kendi kendime diyorum ki keşke babam beni köyümüzün çobanı Sümüklü Hasan Efendi’ye verseydi de hiç okula göndermeseydi. Evlenseydim, hiç olmazsa dinimin vecibelerini daha rahat yaşar, ayrıca çoluk çocuk sahibi olurdum.” dedikten sonra koltuğuma gömüldüm. Ellerimi iki yana açarak: “Fakat elimden ne gelir ki? Demek ki bizim de mukadderatımız böyle imiş.” dedim. 

“Ali İhsan, sana buraya ne için geldiğini soramadan konuşuyorum. Hayırdır! Sana nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordum. Ali ihsan’ın sıkıntısı yüzündeki kızarıklıktan anlaşılıyordu. Bir şeyler söylemek istiyordu, ama bir türlü söyleyemediği anlaşılıyordu. Ali İhsan, sıkıntıdan alnında biriken teri arka cebinden çıkardığı beyaz mendille sildikten sonra bana suçlu biriymiş gibi kaçamak bir bakış attı. “Hâkime Hanım, ziyaretinize geç geldiğim için kusura bakmayın.” dedikten sonra: “Uzun zamandır size gelmek istiyordum, ama bir türlü gelemedim. Mahkemenin hakkımızdaki beraat kararından bir gün sonra Üstad Bediüzzaman Hazretleri bana  “Ali İhsan, Hesnâ kızıma git selâmımı söyle. Ben onu mânevî evlâdım olarak kabul ettim!” dedi. Kusura bakma, sana açık söyleyeceğim, beni anlayacağını umuyorum.  Örtülü olmadığın için yanına gelmedim. Üstad, ikinci sefer beni yanına çağırdı ve bana yine “İhsan, mânevî evlâdım Hesnâ’ya git benden ona selâm söyle!” dedi. Ben de tekrar kendi kendime bu açık kadının yanına nasıl giderim dedim. Üstadın bu isteğini zamanla unutacağını sanarak ziyaretinize gelmedim. Üstad, benim size selâm getirmediğimi öğrendiğinde üçüncü sefer sinirlenerek “Sen hâlâ neden gitmedin?” deyince artık yanına gelmekten başka çarem kalmamıştı. Ve Üstadımın selâmını nihayet size getirdim.” dedi. Bunları dedikten sonra saçımdan tırnağıma kadar bir elektriklenmeyle sarsıldım. Ayağa kalkarak sağ elimi kalbimin üzerine koyarak: “Aleykümüsselâm!” dedim. O gün Denizli’de hava çok sıcaktı. Kısa kollu bluz bir etek giymiştim. Sanki herkes sürekli bana bakıyormuş gibi o an giydiklerimden rahatsız olmuştum. İçimde, ta derinlerde eski bir yara kanamış gibi ağlamaya başladım. Ali İhsan bana: “Hesna Hanım! Ona mânevî evlât olmak, o kadar basit bir şey mi? Bu sana yeter!” dediğinde Ali İhsan’a: “Ben ona lâyık olabilir miyim?” deyip ağlıyordum.

Ali İhsan: “Hesna Hanım, Üstad bana isminizi gavsların, kutupların yanına yazdığını ve size onlarla beraber duâ ettiğini söyledi.” dedi. Ali İhsan Üstad bana: “Mahkeme safhasında erkek hâkimler dâvâdan korkup çekildiler, ama Hesna Hanım, kendini ortaya koyarak Kur’ân dâvâsına taraftar çıktı. Yarın mahşerde Kur’ân ona şefaatçi olacak!” dedikten sonra Üstad bana bakıp: “Ne o, Ali ihsan! Hesnâ tesettürsüz diye mi yanına gitmiyorsun. İşte tesettüre riayet etmiyor dediğin Hesnâ, Tesettür Risalesini beraat ettirdi. Essebebü ke’l-fâil (Sebep olan yapan gibidir) sırrınca, bütün sizin kazandığınız haseneler, sevaplar tamamen ona da yazılıyor. İşte bütün hasene, o beğenmediğiniz Hesnâ’nın şecaat ve cesaretiyle oldu!” dedi.

Ali İhsan’ın konuştuğu her kelime, içimde biriken irine vurulan bir neşter gibi bana hem acı veriyordu hem de beni rahatlatıyordu. Gönlümde esen şok kasırgalar hayatımın kurulu düzenini yerlebir etmişti. Gözümden akan yaşlar, çamaşırları durulayan su gibi ağladıkça rahatlamamı sağlıyordu ve içimi karartan sıkıntıları gittikçe hafiflemişti. Yüreğim ise kaynayan bir çaydanlık gibiydi. Ağlamam bir türlü kesilmiyordu. Kendimi kötü hissettiğimden izne ayrıldım. Ruh dünyamda olan yırtıkları, sökükleri, parçalanmaları ve yaralanmaları tamir etmek için kabuğuma çekildim. Yaklaşık on gün evden hiç çıkmadım ve kimseyle de görüşmedim. Bu süre içinde Ali İhsan’ın Üstaddan bana naklettiği cümleleri hazmetmeye çalışarak nefsi muhasebemi yaptım. Üstad, benim gerçek halimi bildiği halde bana lâyık olmadığım iltifatlarda bulunmuş olması beni geçmişe, babamla olan çocukluk günlerime götürmüştü. On günlük iç savaştan sonra ruhum sakin bir limana dönüşmüştü. Bundan böyle hayatımın nereye doğru gitmesi gerektiğini anlamıştım. Artık beni bir anne ve babanın koruması gibi Üstadın koruması altında olduğumu biliyordum. Bu da bana ümit ve huzur veriyordu. Mahkeme sonunda Üstadın bana yaptığı iltifatlar beni zor, fakat hoş bir yola sevk ettiğini biliyordum. 

Okunma Sayısı: 16766
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • emin

    20.11.2016 17:29:08

    Yüreğine sağlık misbah kardeş

  • Nurettin

    20.11.2016 11:10:09

    Sayin hocam nefes aldiriyorsunuz.eksik tuglakari tamamliuorsun,zahmetsiz olmaz hele dava ıslam olunca

  • Garib Doğu

    20.11.2016 11:04:43

    Denizli Mahkemesinin beraat kararı,tarihin şerefli ve ibretli bir kararıdır.Unutulmaz bir cesaret ve kahramanlı destanı,bir şeref madalyasıdır.Tarihin altın sahifelerine incilerle yazılmış bir şeref levhasıdır. Aynı zamanda harici tesir ve korkuyu tanımaz,bir şecaat kararıdır. Adalet ve hakkaniyetle hükmeden hakimlere bir hüsnü misaldir. O kapkara günlerde,korkunun dağa taşa sindiği bir zamanda,merkezi hükümetin talimatına rağmen beraat kararı vermek,hayatını büyük oranda riske etmek demektir. Bir hanım hakimenin bunu göze alması emsalsiz bir cesaret ve şecaaat örneğidir. Mekânın cennet olsun. Nur içinde yat azize insan... Akıcı bir uslupla bu ibretli hayat hikayesini yazan Misbah kardeşimi can-ı gönülden tebrik ediyorum.

  • Ali Tam

    20.11.2016 03:59:37

    "Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır." Ahirzamandayiz, bir PKKli dinsiz kafir terörist kadin terörizm uygulayacagi alana kesif icin gittiginde tesettürlü bir Müslüman kadini gibi kendini kamufle etmis. Diger tarafta Mübarek Hesna Hanim gibi tesettürsüz ama Islam kahramani bir mübarek zat!

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı