"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Jokeyin son yarışı

Misbah ERATİLLA
22 Aralık 2016, Perşembe
Köyden şehre giderken minibüste tanışmıştık onunla. Yaşı bir hayli olan bu adam 1.50 boylarında, 45 kg ağırlığında ufak tefek biriydi. Kaya gibi sarsılmaz bir duruşu vardı.

Gözlerinin içine dikkatlice bakmadan ne kadar derin bir kişiliğinin olduğunu bilemezdin. Hafif sarıya çalan teni ve kalın, gür kaşları vardı. Zamanında çok malı mülkü varmış, ama har vurup harman savurmuş. Yıllarını maceradan maceraya koşarak geçirmiş. Aramızda geçen kısa bir sohbetten sonra kanım ona ısınmıştı. Beni ısrarla evine dâvet ediyor ve beni bekleyeceğini söylüyordu.

Birkaç gün sonra bu ufak tefek adamın evine gitmeye karar verdim. Öğleden sonra dersim yoktu. Kapısını çaldığımda çocukları beni sevinçle karşıladı ve içeriye buyur ettiler. Beni babalarının bulunduğu odaya getirdiler. Odaya girdiğimde pencere kenarındaki sedir üzerine serili yatakta iki yastığı üst üste koyarak sırtını yaslamıştı. Bu hali ata binmiş bir süvariyi andırıyordu. İçeri girdiğimde derinlere, çok uzaklara bakıyor gibi dalgındı. Beni görünce, kendini toparladı. Sedir üzerindeki yatağından inip beni ayakta karşılamak istedi. Acele ile yanına yaklaşarak inmesine izin vermeden tokalaştık. Çocuklarına seslendi: “Hocaya yer hazırlayın!” dedi. Hazırlanan yer minderine oturdum. Ufak tefek adam evdekilere emirler yağdırıyordu: “Hocama acele yemek getirin.” Aç olmadığımı söyledim, ama nafile, bu kez de daha gür bir sesle: “O zaman çay kahve getirin!” dedi. Geldiğime ne kadar sevindiğini her halinden anlayabiliyordum. İzzet-i ikramlarda bulunarak bana duyduğu sevgiyi ilân etmeye çalışıyordu.

Bir ara odanın içinde göz gezdirirken gözüm pencere kenarında duran iki oyuncak ata takıldı. Atlara baktığımı görünce, eliyle işaret ederek: “Bunlar benim hayatım.” dedi. Ben de: “Atları çok mu seviyorsun?” dedim. Karanlık bir odada şimşek çakmış gibi gözleri parladı, yüzü aydınlandı. Yıllarca bu soruyu soracak birini bekliyormuşçasına yatağına çömeldi ve derin bir nefes alarak: “Tabi çok severim. Ömrüm atlarla, at yarışlarıyla geçti. Gençlik yıllarımda katıldığım yarışlarda Türkiye birinciliği elde ettim. Başbakanın elinden kupamı aldım. Türkiye’de yarışmadığım şehir kalmamıştır. Yarışların yapıldığı her şehre birkaç defa gitmişliğim vardır. Yarışmalara giderken trenin gittiği şehirlere atım için ayrı vagon kiralardım. Demiryolunun olmadığı yerlere ise kamyon kiralayıp giderdim. Atımın masrafı bir ailenin masrafından fazlaydı. Babam zengindi. Kayseri’de çok malımız vardı. Arazilerimiz, evlerimiz vardı. Bunları atlar için hiç çekinmeden harcadım. Bazen yıllarca eve gelmediğim olurdu. En iyi atı bulur, alır onunla yarışmalara katılırdım. Beni herkes “Jokey!” diye çağırırdı. Köyde gerçek adımı kimsecikler bilmezdi. Bu yıl köyden çıkamadım; çünkü hastayım ve iyileşmeyi bekliyorum. Gün geçtikçe yatağa daha çok bağlanıyorum. İlâçlarımı alıyorum, ama bu kendimi iyi hissetmeme yetmiyor.” dedi ve usanmış bir ses tonuyla: “Bu yatak beni çok sıkıyor, bunalıyorum! Ben bu yatağa hapsolacak adam mıydım? Köydeki insanlardan çok sıkılıyorum. Köylülerle oturmaktan pek haz etmiyorum; çünkü beni anlamıyorlar, benim hakkımda hep dedikodu yapıyorlar.” dedi ve şikâyetlerinin ardı arkası kesilmedi. Köydekilere göre jokey, babasının bütün parasını boş şeylere harcayan başıboş adamın biriydi. Köylülerin eleştirilerine tahammül edemiyor ve çabucak parlıyordu: “Siz ne anlarsınız atlardan?”

Gün geçtikçe samimiyetimiz artıyordu onunla ve artık ona “Jokey Amca” diye sesleniyordum. Ona: “Sen güngörmüş adamsın, bu hastalığa sabretmeli ve Allah’a güvenmelisin. Allah sana bu hastalığı fırsata çevirmen için vermiş. Bu durumu O’na ibadet etmekle fırsata çevirmelisin. O’nun huzuruna tertemiz bir yüzle ve pak bir gönülle çıkmalısın.” dedim. O da bana döndü ve sanki yıllardır arayıp da bulamadığı kişi benmişim gibi: “Hocam sen şimdiye kadar neredeydin? Bu güne kadar bu dediklerini bana kimse söylemedi.” Hanımına seslenerek: “Hanım! Kazanı kaynat, banyo yapacağım. Elbiselerimi değiştirip namaza başlayacağım.” dedi. Sevinci gözlerinden okunuyor, bana teşekkür ediyordu. Ondan kalkmak için izin istedim.

Aradan bir hafta geçmişti. Jokey Amca ne yapıyor, diye merak ettim ve yanına gitmek için yola çıktım. Bir de ruhu dinlensin diye ona Kur’ân-ı Kerîm kaseti götürdüm. Odasına girdiğimde bitkindi. Selâm verdim, selâmımı sessizce aldı. Yavaşça yerdeki minderlerden birine oturdum. Bir şeyler olmuş olmalıydı, ama ne? Merakla ağzından çıkacak sözleri bekledim, ama konuşmuyordu. Ona: “Namaz nasıl gidiyor?” diye sordum. Bir an durdu: “Üç gün namaz kıldım. Ama çok zorlanıyordum. Namaz kılınca her yanımda ağrılar oluşuyordu. Bu yüzden ben de namazı bıraktım.” dedi. “Teybin var mı?” dedim. Başıyla işaret ederek: “Evet, var.” dedi. Kaseti teybe yerleştirdim. Mısırlı Ünlü Hafız Abdulbasit Abdüssamet’in o mest eden tilâveti doldurdu bir anda odayı. Ama hiç oralı olmamıştı. “Kapat” dedi. Kapattım. Bir an durdu: “Hoca!” dedi, “Kur’ân dinlemek gibi maneviyattan işler nefsime ağır geliyor, anlayamıyorum.” dedi. Bu durum karşısında şok olmuştum. Nasıl olur da hayatında namaz kılmamış, Kur’ân dinlememiş üstelik yetmişine merdiven dayamış bir ihtiyar, ömrünün son demlerinde onun için yardım girişiminde bulunan birine cevap vermezdi! Haftada bir jokeyin ziyaretine gitmeye devam ettim. Ne yaptıysam namaza yanaşamadı ve Kur’ân’ı dinlemedi. Yalnız atlardan söz ederken gülümsüyordu. Yarışmalarından söz ederken mutlu görünüyordu. Ben de onu üzmemek için kupalarından, gittiği şehirlerden, tanıştığı ünlülerden konuşmaya gayret ediyordum. Sürekli olarak pencere kenarındaki iki siyah oyuncak ata bakıyorduk. Son günlerde hastalığı o kadar şiddetlenmişti ki, artık kimseyi tanımıyordu.

Bir gün teneffüste okul bahçesinde öğretmenlerle turluyorduk. Günlerden Cumaydı. 2 Mayıs saat 11.00 civarıydı. Cami hoparlöründen hüzünlü bir makamda salâ sesi yükseldi. Arkadaşlar: “Henüz Cuma vakti değil, hayırdır inşallah!” dediler. Bir an durakladım, kafamda şimşekler çaktı ve: “Jokey öldü!” dedim. Arkadaşlar itiraz etti ve olan biteni öğrenmek üzere bir öğrencimizi köye gönderdik. Kısa süre sonra geri döndüğünde acı haber öğrencimizin dudaklarından döküldü: “Öğretmenim, Jokey Amca ölmüş!” dedi. Bütün öğretmenlerin gözleri bana döndü, sonra da başları düştü önlerine.

Haberi alır almaz çocukları ödevlendirdim ve apar topar Jokey Amca’nın cenazesine yetişmeye çalıştım. Yağmur yağıyordu, şemsiyemi yanıma aldım. Yağmur gittikçe hızlandı. Cenazeyi mezarlığa kadar omuzlarda taşıdık. Mezarlığa vardığımızda defnedileceği mezar kazılmıştı. Bardaktan boşalırcasına yağan yağmur, şiddetinden bir şey kaybetmiyordu. Cenazesini mezara yerleştirirken yağmurun yumuşattığı mezarın zemini çöktü. Yağmur daha da hızlandı, çamur sakız gibi olmuştu. Şartlar gittikçe ağırlaşıyordu. Yeni bir mezar daha kazdılar. Yağmurun şiddetinden o da çöktü. Sonra yağmur hafifledi, köylüler yeni bir mezar daha kazdı. Bu defa onu defnedebildiler. Köylüler hem yağmurdan hem de çamurdan çok yorulmuşlardı. Defin işinden sonra köylüler bir hayli ıslanmış elbiseleriyle yorgun argın mezarlıktan ayrıldı.

Dostum jokeyin son ânına kadar yanından ayrılmadım. Yağmur hâlâ yağıyordu. Şu sözü kulağımdan hiç çıkmadı: “Şimdiye kadar neredeydin?” 

Çok üzgündüm. Ardından ruhuna bir Fatiha okudum ve ona Allah’tan rahmet diledim.

Okunma Sayısı: 1796
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı