Sınıf kapısını o gün yine korku içinde çalmıştım; çünkü yine derse geç kalmıştım. Geç kaldığım günlerde kendimi çok kötü hissediyordum.
O gün de aynı duyguları hissettim. Geç gelen kim olursa olsun öğretmenimiz ona mesafeli davranır ve ona karşı olumsuz bir tavır takınırdı. Ben de öğretmenimi üzmemek için okula daima vaktinde gelmeye çalışırdım. Öğretmenim, vereceği cezayı sert bakışlarıyla verirdi. Bir an benimle de göz göze geldi. Bir yabancı gibi bana: “Bir daha olmasın!” dedi. Kitabımı çantamdan çıkardım ve arkadaşımın kitabına baktım. İşlenen sayfayı bulmaya çalıştım.
Annem, babam ve beş kardeşimle beraber yabancısı olduğumuz bir köyde yaşıyorduk. Babam bu yabancısı olduğumuz köyde çobanlık yapıyordu. Ben ve ablam okula devam etmek için şehir merkezinde yaşayan amcamda kalıyorduk. Bu yüzden annem, babam ve kardeşlerim burnumuzda tütüyordu.
Okulda ikili öğretim uygulandığı için derslerimiz öğleden sonra başlıyor. Bu yüzden kahvaltıyı biraz geç yapıyoruz. Öğle vakti de okula öğle yemeğini yemeden gitmiş oluyoruz. Hal böyle olunca, ikinci dersin sonlarına doğru karnım zil çalmaya başlıyor, akşama kadar açlık başıma vuruyor. Hiçbir dersi dinleyemiyorum. Gözlerimdeki ışığın azaldığını hissediyorum.
Geçen gün birinci dersin sonuna doğru biraz daha erken hissettim açlığımı. Ne yapacağımı şaşırdım. Daha okulun bitimine beş ders var. Dayanacak halim de kalmamıştı. Amcamların evine gitmeye kalkışsam, okuldan bir hayli uzak. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Bütün bedenim alarm durumuna geçmiş, midemde açlık sirenleri çalıyordu. Sıramdan doğrularak hiç yapmadığım bir şeyi yaptım ve öğretmenimin masasına doğru yürüdüm. Bir şeyleri not etmekle meşgul olan öğretmenime yaklaştım ve büütün cesaretimi toplayarak: “Öğretmenim!” diyebildim cılız bir sesle. Öğretmenim bir şey soracağımı sanarak yüzüme baktı ve soruyu sormam için beklemeye koyuldu. Ben de öğretmenimin yüzüne mahcup ve hüzün dolu bir bakışla bakıyordum. Utanç; o anki duygularımı en iyi ifade eden sözcüktü belki de. Birkaç kez yutkundum ve mideme indirdim korkularımı. Benden ses çıkmayınca öğretmenim: “Seni dinliyorum.” dedi. Heyecandan kuruyan dudaklarımı, güçsüz dilimle ıslatarak kaçamak bakışlarla söyleyeceğimi söyleyip kaçmak istiyordum uzaklara. “Ya beni kovsa, ya bana kızarsa, ya bana yok dese, ya söyleyecekleriyle beni utandırsa?” şeklinde ardı arkası gelmeyen kuruntular zinciri düğümlenmişti zihnimde. Gizli bir delikten birisine bakar gibi öğretmenimin yüzüne baktığımda, gözlerinde anne ve babamın merhametli bakışlarını keşfettim ve bundan cesaret aldım. Gülümseyerek: “Konuş bakalım.” dedi. Ben de gayet ciddî bir edayla: “Öğretmenim, bana bir lira borç verebilir misiniz?” deyiverdim bir çırpıda. Omuzlarımdaki yükün ağırlığından kurtulmanın hafifliğiyle ardından: “Annem, babam köyden geldiklerinde paranızı hemen öderim. İnanın bana!” diye de ekledim. Öğretmenim deftere bir şeyler yazıyordu. Kalemi elinden masaya bıraktı, bütün bedeniyle bana döndü ve çok güzel bir şey duymuş gibi: “Sana bir şartla bu bir lirayı borç olarak verebilirim.” dedi. Ne şartı bu acaba diye içimden geçirirken, beni fazla merakta bırakmadan tamamladı cümlesini: “Derslerini iyi çalışacaksın, ortaokul ve liseyi başarıyla bitireceksin. İyi bir üniversite kazanıp başarını taçlandıracaksın. Hayata atılıp, maaş sahibi biri olarak kimsenin minnetini üzerine almayacaksın. İşte o zaman gelip bana olan borcunu ödeyebilirsin.” dedi. Ne diyeceğimi şaşırmış bir ruh haliyle: “Tamam, tamam öğretmenim! Söz veriyorum!” dedim. Bir lirayı öğretmenimin elinden sanki bir definenin anahtarını alırcasına aldım. Uçar gibi kantine koştum ve kantinci abiye: “Abi! Bana yarım kaşarlı tost ve bir de meyve suyu! Vişneli olsun!” diye gürledim. Karnımı bir güzel doyurdum. O gün akşama kadar derslerim çok iyi geçti.
Ders bitiminde zaman kaybetmeden eve koştum; çünkü köyden annem ve babam gelecekti. Annem ve babam şehre aylık ihtiyaçlarını almak için gelmişlerdi. Koştum ve bütün yüreğimle anneme sarıldım. Uzun süre sarılı kaldık. Sonra babam açtı kollarını; sımsıkı sarıp sarmaladı beni. Annemin yanına gittim bir kez daha. Başımı bağrına yasladı. Öylece kaldık uzun süre. Onları çok özlemiştim. Konuşmaya başladık. Anneme öğretmenimden aldığım borçtan da bahsettim lâf arasında. Onlar da öğretmenimin bu olgun davranışını çok beğendi ve takdirle karşıladı.
O geceyi anne ve babamla aynı çatıda geçirmenin huzuruyla geçirdim. Annemle babam sabah erkenden köye dönmek zorundaydı. İşler güçler hep onların eline bakıyordu çünkü. Bir kaç gün sonra annem köyden orta boyda bir plastik bidon içinde kendi elleriyle yaptığı peynirden gönderdi bize. Öğretmenime vermek üzere ablamı tembihledi. Ablam sınıfa geldi ve öğretmenime bir şey söylemek için koridora kadar gelip gelemeyeceğini sordu. Öğretmenim, yerinden kalkarak koridora doğru yöneldi. Ablam, ona annemin hediye olarak bu peynirleri gönderdiğini, eğer kabul ederse çok memnun kalacağını söyledi. Öğretmenim bana baktı ve biraz bekledikten sonra: “Annene ve babana çok teşekkür ettiğimi söyle, zahmet etmişler. Böyle bir zahmete girmelerine gerek yoktu. Onlara selâmlarımı söyle; ancak kusura bakmasınlar, biz ailece peynir yemeyiz ve evimize peynir hiç girmez.” dedi. Ablam şaşırmıştı, ne diyeceğini bilemeyerek çok ısrar ettiyse de öğretmenim peyniri almayı kabul etmedi. Ona karşı boyun borcumu ödeyememiş olmamın ezikliğiyle boynumu büktüm ve elinde peynir bidonuyla gerisin geri giden ablamın ardından öylece bakakaldım. Öğretmenime içimden: “Mutlaka bir gün size olan borcumu ödeyecek ve bu iyiliğinizi bir ömür boyu unutmayacağım öğretmenim.” dedim.