"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Said Nursî’yi tanımak

Misbah ERATİLLA
04 Eylül 2016, Pazar 23:00
1958 yılı Haziran ayının sonlarıydı. Havanın ani değişikliğiyle kum fırtınasıyla kum parçacıkları gözümüze, kulaklarımıza ve burun deliklerimize hücum ediyordu.

Kum tanecikleri gökten küçücük karıncalar yağıyormuş gibi bedenimizi rahatsız ediyordu. Asker ocağına ayak bastığım ilk günden itibaren, denizin ortasına düşmüş gibi kendimi kimsesiz ve çaresiz hissetmiştim. Askerlik, iradelerin komutanın bir çift sözüne bağlı olduğu, sinirlerin her an gerileceği, farklı bir dünyaydı. Burada işlerin yanlış mı doğru mu olduğunu söyleme gibi bir tercihimiz yoktu. Yalnız, uyulması gereken emirler ve kurallar vardı.

Asker ocağına geleli birkaç ay olmasına rağmen köyüm gözümde tütüyordu. Annemi, babamı özlediğim gibi köyün kuru toprağını, kirli taşlarını dahi özlemiştim. Köyün orta kısmında 200 yılı aşkın tarihi olan bir camimiz vardı. Bu tarihi camiyle beraber köyü, şeyh olan bir ailenin kur- duğu söyleniyor. Cami avlusundaki türbe köyün kurucusu olan şeyhin türbesiydi. Köydeki herkes gibi ben de çocukluğumda bu tarihi camideki hocalardan Kur’ân dersi almıştım. Bu köy, eski zamanlarda çevrenin tek Müslüman köyüymüş. Bu köydeki herkes gibi ben de namazını kılan dinine bağlı biriydim.

Koğuşta ışıklar daha sönmemişti. Komşu ranzada iki asker konuşuyordu. Bunlardan biri, diğerine: “Isparta’da çok değerli bir âlim varmış. Yıllardır gözaltında olmasına rağmen her gün binlerce ziyaretçisi gelirmiş” diyordu. Din adamlarına karşı geçmişten gelen saygı ve sevgimden dolayı içimde bu zatı görmek merakı uyandı. Hafta sonu izin günümde çarşıya çıktım. Koğuştaki askerin söz ettiği âlimi; nereye, kimlere sorabilirim diye düşünmeye başladım. Aklıma ilk gelen Merkez Camii karşısındaki kitapçı oldu. Kitapçıya yöneldim, içeri geçtim. Masa başında oturan gence yaklaşarak: “Affedersiniz! burada gözaltında bir âlim varmış, onu nerede bulabilirim?” diye sordum. Genç önce etrafına bakındı, ayağa kalkıp bana yaklaşarak sessizce: “Asker kardeş, dikkatli olmalısın!” dedi. Samimiyetime inanmış olacak ki bana çay ikram ettikten sonra gideceğim yeri kâğıt üzerine çizerek tarif etti. Gence teşekkür ederek hemen yola çıktım. 

Ana caddeden ayrılarak ara sokaklardan tarif edilen evi buldum. Ev ahşap ve iki katlıydı. Din âlimini görmeye gelen onlarca kişi kapı önünde birikmişti. Evin kapı girişinde görevli birkaç genç bekliyordu. Yanlarına yaklaştım hocayı ziyaret etmek istediğimi söyledim. Gençlerden biri hocanın hasta olduğunu, kimseyle görüşemeyeceğini söyledi. Asker olduğumu, mutlaka onu ziyaret etmek istediğimi ısrar ederek söyledim. Israrcı tutumuma dayanamayan gençlerden biri bana, onu fazla rahatsız etmeden ziyaret edebileceğimi söyledi.

Gençle içeri girdik ve birlikte hocanın olduğu odanın kapısını çalarak içeri geçtik. Oda kapısını açtığımda hoca karyolada uzanmış sırtı kalınca bir yastıkla desteklenmişti. Karyolaya yakın bir masanın üstünde kalem ve kitaplar vardı. Yanına yaklaştım, elini öptüm, yere çömelip başımı öne eğerek sessiz bir şekilde bekledim. Hoca yorgun ve hasta görünüyordu. Nihayet derinden gelen bir sesle nereli olduğumu sordu. Siirtli olduğumu söyledim. Anne babama duâ etti. Namaz kılmamı ve kebair günahları işlememek kaydıyla bu zamanın fitnesinden muhafaza olabileceğimi söyledi. Konuşurken nefes almakta zorlanıyordu. Hastaydı, gözleri halsizlikten ikide bir kapanıyordu. Sessiz bir şekilde ellerinden öptüm ve oradan ayrıldım. Çocukluğumdan beri hocalara karşı büyük bir saygı besliyordum. Bu hocayı da sevmiştim.

Hocayı ziyaretten dört ay sonra asker olarak Sinop’a dağıtımımız yapıldı. Sinop’un kışı Isparta’ya göre çok daha soğuktu. Soğuk, kurşun gibi insanı çarpıyordu. Kışın ilk günleri olmasına rağmen her taraf buz tutmuştu. Koğuşumuza yerleştik, bize birer adet ince battaniye verdiler. Yemek olarak da Isparta’daki yemeğin ancak yarısını alabiliyorduk. Açlık ve soğuk hava, kanımızı uyuşturuyordu. Yavaş yavaş öleceğimize inanmıştık. Sabahlara kadar soğuktan yatağımızda uyuyamıyorduk. Açlıktan adım atacak gücümüz kalmamıştı. Soğuğa rağmen eğitimimiz devam ediyordu.

Eğitim alanında esen sert rüzgâr; yüzümü, kulaklarımı ve ellerimi bıçak kesiği gibi kesiyordu. Başımızdaki eğitmen on başı ise vicdan duygusundan yoksun bir şekilde bize ağır eğitimler yaptırıyordu. Bir gün eğitim alanında, sağ kolunda “görevli” yazılı bir er, eğitmen onbaşıya bir şeyler söyledi. Onbaşı yüksek sesle: “İçinizde Isparta’dan gelenler var mı?” dedi. Üç kişi ellerimizi kaldırdık. On başı, bize: “Görevli eri takip edin” dedi. 

Üç asker görevli erin peşine düştük.  Biraz yürüdükten sonra büyük bir binanın önünde durduk. Görevli asker, kapıda heykel gibi duran iki nöbetçiye asker selâmı verdikten sonra binadan içeri girdik. Burası sımsıcaktı. Damarlarımda kanın huzur içinde aktığını hissediyordum. Bu koridorda saatlerce yürüyebilirdim. Bedenime can gelmişti. İlk defa bedenim kendini ısınmış hissetti. Kapısı büyükçe bir odanın önünde durduk. Görevli asker kapıyı çalıp içeri geçti. Bir müddet sonra bizi içeriye çağırdı.

Geniş bir odada büyükçe bir masada omuzunda üç yıldızı parlayan uzun boylu, atletik yapıya sahip bir yüzbaşı oturuyordu. Yüzbaşı, bizi biraz süzdükten sonra:  “Asker! Isparta’dan mı geldiniz?” diye sordu. Hep bir ağızdan: “Evet, komutanım!” dedik. Yüzbaşı: “Size bir soru soracağım.” dedi. Biraz bekledi, başını kaldırdı: “Said Nursî’yi tanır mısınız?” diye sordu. Yanımdaki iki asker: “Tanımıyoruz komutanım.” dedi. Ben biraz bekledim, korkarak ve kekeleyerek: “Komutanım, ben onu Isparta’da iken gördüm.” dedim. Komutanın gözleri hayretle açıldı. Yüzbaşı Isparta’dan gelen diğer iki askere: “Dışarı çıkın, kapıda bekleyin!” dedi. İki asker selâm verip odadan çıktı. 

Yüzbaşı sandalyeyi göstererek: “Asker otur!” dedi. Korkmuştum. Acaba bir suç mu işlemiştim. Yabancısı olduğum bu odada korku içime bir yumruk gibi yerleşti. Kendi kendime kızarak: “Niye konuştum ki!” dedim. Yüzbaşı bana yaklaşarak: “Sen onu gördün mü?” diye sordu. Tedirgin bir sesle: “Evet, komutanım onu gördüm.” dedim. Yüzbaşı: “Öyle mi?” dedi. Yüzbaşının bu ses tonu bana güven vermişti. Güven içinde olduğuma inandıktan sonra: “Komutanım, evine dahi gittim, ellerinden de öptüm.” dedim. Yüzbaşı, koltuğundan kalktı oturduğum sandalyenin yanındaki sandalyeyi çekerek yakınıma oturdu. Beni döveceğini sanıp, kendimi geriye çektim. Sanki kahvede oturduğum bir arkadaşım gibi bana bakmaya başladı.  

Çekinerek yüzbaşının yüzüne baktığımda gözleri dolmuştu. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Nasıl davranacağımı bilemiyordum. Elini bir kuş hafifliğinde omuzuma koydu ve: “Nasıl, hocanın sağlığı iyi miydi?” diye sordu. Artık bana bir zarar vermeyeceğinden emin olmuştum. Kendimi biraz daha rahatlamış hissettim. Yüzbaşıya gördüklerimi anlatmaya başladım: “Komutanım, hoca çok hastaydı. Halsizdi. Konuşmakta dahi çok zorlanıyordu.” dedim. Yüzbaşı, yüzünü karşı duvara çevirdi ve bir müddet öyle kaldı. Hıçkırıklarını bastırmış sessizce ağlıyordu. 

Şaşırmıştım, olup bitene bir anlam veremiyordum. Yüzbaşı bu hocayı nereden tanıyordu ki. Onu kaçamak bakışlarla incelemeye başladım. Bana döndüğünde gözlerindeki yaşları siliyordu. Ellerini arkadan bağlayarak odanın içinde gidip gelmeye başladı. Bir an öfkelendi ve: “Ne istiyorlar hasta yaşlı mübarekten. Bir gün olsun ona rahat yüzü göstermediler. Böyle yapmakla yazdıklarına engel olabileceklerini mi zannediyorlar. Her kitabı, onun adına dünyanın en uzak köşesinde bile kirlenmiş kalpleri ve yaralı akılları tedavi edeceğini herkes görecek. Onun kitaplarının insanlığa mutluluk, huzur ve umut olduğunu zaman gösterecek!” dedi. Konuşması sanki odada kimse yokmuş gibi devam ediyordu. Aradan yarım saatlik bir zaman geçmişti. Makam koltuğuna geçti, zile bastı, çay istedi. 

Yüzbaşının yüzü çölde fırtınaya yakalanmış gibi darmadağın olmuştu. Yüreğinin acısı yüzüne yansımıştı. Yüzbaşının bu yaşlı âlime neden bu kadar değer verdiğini yıllar sonra öğrenecektim. Yüzbaşı bana: “Buraya ne zaman geldiniz?” diye sordu. “Komutanım, buraya geleli bir hafta oldu.” dedim. “Bir ihtiyacınız var mı?” diye sordu. Sanki çöl ortasında yıllarca susuz kalmış birine, su ister misin der gibi bir soruydu bu. “Komutanım, burası Isparta’ya göre çok soğuk, geceleri çok üşüyoruz. Battaniyemiz incecik. Kusura bakmayın, ama bize çok az yemek veriyorlar. Sürekli aç kalıyoruz.” dedim. Yüzbaşı zile bastı. Gelen askere: “Nöbetçi amiri çağır!” dedi. Kısa bir zaman sonra nöbetçi amir geldi: “Emret komutanım!” dedi.  Yüzbaşı, nöbetçi amire: “Isparta’dan gelen bütün askerlere yemekhanede görev vereceksin. Ayrıca kalın iki adet battaniye, yeni bot, elbise ve ne eksikleri varsa tamamlayacaksın!” dedikten sonra bize: “Gidebilirsin.”  dedi. Yüzbaşıya selâm vererek odadan ayrıldım. Dışarıda bekleyen iki askerle nöbetçi amirinin peşine takıldık. Sanki düğüne gidiyor gibi yemekhaneye vardık. Nöbetçi amiri, yemekhane amirine: “Yüzbaşının emridir, Isparta’dan gelen askerler yemekhanede görev yapacaklar.” dedikten sonra üç asker yemekhaneden ayrıldık. Oradan yatakhaneye deposuna inerek ikişer adet battaniye alarak koğuşumuza döndük.

Isparta’dan gelen askerler olarak yemekhanedeki görevimize başladık. Geceleri o şiddetli kışın soğuğu, artık bizi rahatsız etmiyordu. Isparta’da elini öptüğüm hocanın ismi hürmetine askerliğim boyunca yüzbaşı her hafta yanıma gelip durumumu sordu. Sanki bir emanetmiş gibi beni hep korudu. Yüzbaşının beni sık sık sormasından olacak ki diğer komutanlar da bana iyi davrandılar. Beni değerli bir emanetmiş gibi korudular. O kadar değerli ve huzurlu idim ki askerliğimin bitmesini istemiyordum.

Askerlikten geleli bir kaç yıl olmuştu. Bir gece kapı komşum beni çay içmeye dâvet etti. Komşunun evinde ona yakın kişi vardı. Kırmızı renkli kitaplardan pasajlar okunuyordu. Bir ara Said Nursî’nin isminin geçtiğini duyar gibi oldum. Sanki damarlarıma ateş girmiş gibi irkildim. İstem dışı ayağa kalkmıştım. Ne oldu diye herkes merakla bana dönmüştü. Kitabı okuyan kişinin yanına gittim. Kitabı elinden aldım sayfalarını çevirmeye başladım. Kırmızı renkli kitabın üstünde büyük harflerle Said Nursî yazıyordu. Yere çömeldim, kitabı aldım, öpüp başıma koydum. Herkes neler olduğunu merak ediyordu. Kitabı sıkı sıkıya kucakladım ve ağladım.

Bir müddet sonra kitabı aldığım yere geri bıraktım ve kalktığım yere döndüm. Herkes benden, olan bitenle ilgili bir açıklama bekliyordu. Sanki o günleri yeniden yaşıyor gibi o yıllara gitmiştim. “Kusura bakmayın! Ben yıllar önce askerde iken Said Nursî’nin evine onu ziyarete gidip ellerinden öptüm ve hayır duâsını aldım. Bütün sıkıntılı zamanlarımda yardımıma geldiğine hep inandım. Sinop’a dağıtım olduğumda bir yüzbaşı Üstadı görmem hürmetine beni oğlu gibi korudu ve sahiplendi. Ben de bir gün Said Nursî ile ilgi nasıl bir haber alırım diye hep bekledim. Kavuşacağım o günleri rüyalarımda yaşadım. Şimdi karşımdasınız hem de yanı başımda. Said Nursî; buraya, memleketime gelmiş de haberim yokmuş.” dedim.

Yıllarca Risale-i Nur derslerine devam ettim. Okudum. Okudukça Üstadı daha iyi anlamaya ve tanımaya başladım.

Etiketler: bediüzzaman
Okunma Sayısı: 4493
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Sema Ceyhan

    4.9.2016 00:40:14

    Yazarın yüreğine sağlık, bütün hücrelerim titreyerek ve ağlayarak okudum. Rabbim Risale-i Nurları herkese okumayı nasip etsin...

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı