Liseyi bitirdikten sonra üç yıl boyunca dershaneye gittim. Günde 400-500 civarında soru çözerek sınava hazırlandım.
Bazı günler çalışırken sabahladığım olurdu. Bazı konuları çok çalışmama rağmen kafam almıyordu. Her test çözüşümde, “Ya bu sene de kazanmazsam?” korkusu kızgın bıçak gibi beynime saplanırdı. Yakıtı bitmiş kamyon gibi hayat yolunun ortasında kalakalırdım. Üzerimdeki atalet kabuğunu kırmaya çabalayarak çalışmaya devam ettim. Sınav gününe kadar öldüm öldüm dirildim. Yorgunluğum, tükenmişliğim, kazanamama korkum beynimi etkisiz hale getirdi. Sınav başladığında bir acayip oldum. Gözüme bir perde inmişçesine soruları okuyamıyordum. Donup kalmıştım olduğum yerde. Sorular hücum ediyordu beynime: “Ya bu kez de kazanamazsam, ne cevap vereceğim anne-babama?” Gücümü toplayarak üzerimdeki tutukluğu atmaya çalıştım. Soruları teker teker çözüyor, her çözdüğüm soruyla kendime olan güvenim biraz daha tazeleniyordu. Ve sınav bitti. Kısa bir süre sonra sonuçlar açıklandı. Nihayet sosyal bilgiler öğretmenliği bölümünü kazandım.
Dört yıl boyunca alttan ders almadan, bir merdivenin basamaklarını çıkar gibi geçtim sınıfları. Yalnız öyle eli cebinde çıkmadım üniversite merdivenlerinden. Her basamağında; gurbetin, parasızlığın, barınma sorununun kuşatması altında, bitmeyen bir çilenin senaryosunu oynadım her gün. Soluğumun kesildiği zamanlar oldu. Babamın para gönderemediği demlerde midemi tek simitle kandırdığım çok oldu. Öyle veya böyle yıllar akıp gitti. Acısıyla tatlısıyla yıllar geride kaldı ve mezun oldum. Tam her şey bitti derken, bu kez de bir duvar gibi KPSS engeli dikildi karşıma. Son sınıfta arkadaşlarım gibi ben de hazırlanmıştım sınava bir nebze de olsa; ama yetmedi. Sınavdan, on binlerce öğretmen adayı gibi ben de yeterli puan alamadım.
Okul bitmiş, tek dersten bile başarısızlık göstermeden mezun olmuştum. Diplomam “özgürlük beratı” gibi evin duvarında, haykırırcasına “Başardık!!!” diyordu; ancak bu, başarısız olmuş yarışmacılara sunulan teselli ödülü olmaktan öteye gidemiyor. Eğitimimi tamamlamışım, yorgunluktan adım atacak takatim kalmamış; ama haayat pes edenlere acımıyor. Son bir gayretle hiç olmazsa ek ders karşılığı bir okulda görev yapmaya karar verdim. Millî Eğitim Müdürlüğü’ne müracaat ettim ve belgelerimi sundum. Sıkıcı ve stresli bir bekleyişten sonra kenar semtte bir okula branşım olmadığı halde sınıf öğretmeni olarak görevlendirildim. Alelacele müdürlüğe gittim. Yazımı alıp okuldaki görevime başladım. Ekonomik baskılar, pedagojik olarak hakkını veremeyeceğimi bildiğim halde beni buna mecbur etti. Üçüncü sınıfları verdiler bana. Yapmalıydım. Yanlış bir şey yapmamak için sürekli zümre öğretmenlerine danıştım. Onları dinledim. Sanki bilmediğim sokaklarda yol alıyor gibiydim. Okula gelmeden önce saatlerce ne anlatacağım diye düşünüyor, planlamalar yapıyordum.
Nihayet sınıfa gireceğim gün geldi. Ürkek adımlarla uzun koridorun sonundaki sınıfın önüne kadar geldim. Bir emanetçi gibi girdim sınıfa. Ayağa kalktılar. İçim bir hoş oldu. Bu çocuklar çok masum. Bana sadece gözleriyle değil, kalpleriyle baktıklarını hissedebiliyordum. Derken zil çaldı, öğretmenler odasına geçtim. Öğretmenler beni güleryüzle karşıladı. Sıcak bir ortam vardı. Çay içip sohbet ediyorlardı. Kendimi bir an çok kötü hissettim. Sınavı kazanamamış, oyundan elenmiş bir çocuk gibi kendimi bir kenara itilmiş hissettim. Aynı sınıfta okuduğum, aynı eğitimi aldığım arkadaşlarla farklı etiketi taşıyor, farklı ücretlere lâyık görülüyorduk. Hele maaş bordrosunun panoya asıldığı an yok mu? Güneşin altındaki kar gibi erir, tükenirdim. Sesim kısılır, boğazım kururdu. O an ortalıkta görünmek istemezdim. Bütün okuduğum okullar, okumak için göğüslediğim çileler sele kapılmışçasına önüne alıp sürüklerdi beni.
Eve geldiğimde odamın duvarları üstüme üstüme geliyor, yüreğimi daraltıyordu. Karşılaştığım insanların bakışlarındaki acıma duygusu, dirhem dirhem direncimi alıp götürüyordu benden. Bir şey olmaz, canın sağ olsun! sözleri, ne kadar masumane söylense de kızgın demir gibi geleceğe dair ümitlerimin bağrını dağlıyordu.
‘Parasızlık’ ve ‘eğitim’ Birbirinden ne kadar da uzak telâffuzlar değil mi? Bir yandan maddî kaygılarla hayatını sürdürmeye çalışacaksın; bir yandan da gelecek nesilleri inşa edeceksin (!) Aldığım maaş karşılığında vicdanımın terazisinde sunduğum derslerimi ne zamana kadar sürdürebilirdim ki böyle?
Öğrenci velilerinin bakış açıları da ayrı bir muamma. “Ek ders karşılığı” diye alnıma yapıştırılmış yafta, aldığım maaşla vereceğim eğitimi kıyaslayıp bana ve mesleğime olan saygılarının azaltmasına kadar varıyor. Bu hal canımı acıtıyordu. Aynı konuyu anlatıyor, aynı bilgiyi öğrencilerime sunuyor, aynı nöbeti tutuyor ve bunun gibi birçok rutin görevi harfiyen yerine getiriyordum; ama yafta hazır bir kere: “Ek ders karşılığı görev alıyorsun.” deniliyordu. Bu etiket öyle zor geliyor ki bazen hayalini kurduğum mesleğin hep hayallerdeki kadar güzel kalmasını dileyerek alıp başımı gidesim geliyordu. Ama maddiyat elimi kolumu bağlıyor işte. Ne onunla oluyor ne de onsuz. Akrabalarım, arkadaşlarım hatta ailem dahi param ölçüsünde bana değer veriyor sanki ya da iyice şüpheci oldum. Değeri ve değersizliği tartıyorum bu ikilemin cenderesinde. Sanki yüksek puan alsaydım şimdi verdiğim eğitimin düzeyi mi yükselecekti? Eğitimcinin emeğinin ne denli kıymetsiz olduğunu anlıyorum bir kez daha.
Bütün bu düşüncelerin kuşatması altında sınıfa geçtim. Masama oturdum, öğrencilerime baktım. Sanki bahar ayında yüksek bir dağ başında bin bir çiçek arasında mutluluğu yakalamıştım. Bir maaş bordrosuna baktım, bir çocuklara. Cebimdeki harçlık ilişti aklıma. Sonra çocukların masum yüzlerinde ve gök mavisi bakışlarında özgürce kanat çırpan martıları seyrettim. Ayağa kalktım; maaş bordrosunu, ek ders karşılığı çalışıyormuş sözünü, bir çay parasına muhtaçlığımı, üzerimdeki öğrencilik yıllarından kalma giysilerimi unutarak bütün bu yaşadıklarımdan habersizce benden bir şeyler bekleyen o güzelim çocuklarla dersimi işlemeye devam ettim.