"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Mekânın Nur ve Cennet olsun

Mü'mine GÜNEŞ
03 Nisan 2018, Salı
Hidayete ermeden önce, hayatı ve ölümü uzun müddet sorgulamış, epey ızdırap ve bunalımlar yaşamıştım.

En son takıldığım bir nokta vardı. Tohum! Onda ebedî bir hayat çizgisi görmüş, o çizgide yürüdükçe, sanki bir umut bulmuştum. Duâlarımla, o umuda ve o umudun arkasından doğacak hakikatlere ulaşmaya çalışıyordum. Bu asrın karmakarışık yüzünde, o tohumu hangi tarlaya atacaktım ki yeşerebilsin? İnsanlar kalabalık, yollar ziyadesiyle fazla idi. Nereye, kime tâbi olacaktım?

Duâlarımı değil, ama arayışımı bir müddet erteleyip, çalışmaya karar verdim. İlk işyerimde Mü’mine olan ismim dolayısıyla Allah’a inanmayan bir arkadaşın, ismime uygun, inançlarımın gereğini yerine getirerek yaşayıp yaşamadığım hususunda beni sorgulaması, arayışımın başlangıcı olmuştu.

Arkadaş, Allah’a, peygambere, Kur’ân’ın hak kitap olduğuna dair şüphelerini ard arda sıralayıp benden cevap istemişti. O anda, pek bilgim olmamasına rağmen, Allah’ın yardımı ile oldukça muknî cevaplar verebilmiştim, ama öyle bunalmıştım ki, içimden şöyle kuvvetli bir duâ geçmişti: “Allah’ım bu tür sorulara cevap verebileceğim ve zorlanmadan meramımı anlatıp, kalplere ulaşabileceğim bir kaynağa, bir bilgi ya da topluluğa ulaştır beni.”

Bir müddet sonra, evime çok yakın bir yere tayin ettiler beni. Burada şefim bana dinî kıssalar anlatıyordu, arada bir. Zaman geçtikçe arayışlarıma gittikçe yaklaşmaya başladığımı hissettim. Uzunca bir yazı yazdım bir gece. Ertesi gün şefime okudum. Çok duygulandı. “Bunu bir gazeteye göndermeliyiz” dedi ve benden alarak postaya verdi.

Epey bir zaman geçti aradan. Bir ay kadar. Bu arada, ben başörtüsü takalı bir gün dahi olmamış, masamda oturuyordum ki, bir ziyaretçimiz var olduğunu söylediler. Gelen Mehmet Emin Birinci Ağabey idi. Şefim, kendisini tanıştırdı. Yanında benim yazımın çıktığı İttihad gazetesi, yazı için gönderilen tebrik telgrafları ve mektuplar, bir de Hekimoğlu İsmail’in “Minyeli Abdullah” kitabını getirmişti.

Yazmaya devam etmemi, memnuniyetle yayınlayacaklarını söyledi. “Ne hususta yazacağım?” dedim. “Yaz işte. Ne hissediyorsan onu. Nasıl örtündün? Bugüne gelene kadar ki bunalımların. Şu andaki duyguların. Bunlara ihtiyaç var” dedi. Böylece yazmaya başladım. Ne hissediyorsam, duygularımı hiç saklamadan. Bence tohum sümbüllenebileceği mecraya düşmüştü artık.

Bu arada hanım ders cemaatleriyle de tanıştım. Bir gün Mustafa Polat Ağabey, kendi evindeki kütüphanesinden, tam bir Risâle-i Nur Külliyâtını elleriyle alarak, içlerini elyazısıyla imzalayıp, bana hediye etti ve “İşte merak ettiğin tohumun mecrası ve istediğin ebed hakikati! Sen öyle bir hazineye ulaştın ki, bu sayede gerçek zenginliği de buldun. Hayırlı olsun” dedi.

Bulduğum hakikat, gerçekten hayırdı, bereketti. Nur ve kurtuluştu. Bu asrın karanlık yüzünde, Kur’ân hakikatlerine, Peygamberimiz (asm) rehberliğindeki dos doğru yola çıkaran bir yol göstericiydi.

Rahmetli Birinci Ağabey, rahmetli Sudi Reşat Saruhan’ların evlerinin o çok geniş salonunda, salonun en uzak bir köşesine oturarak, Saruhan Ağabeyin kızlarıyla beraber, bir grup genç kız aradaşımıza, birçok dersler okudu. İzahlar yaptı. Sorularımıza cevaplar verdi. Lügâtten nasıl çalışacağımızı gösterdi. Her kelimeyi en az on cümlede kullandırıyor ve bu kelimeleri, konuşma lisanımıza da tatbik etmemizi istiyordu.

Bir gün demiştim ki, “Birinci Ağabey, ben Ene ve Zerre Risâlesini tam otuz kere okudum. Hâlâ anlayabilmiş değilim.” Öyle bir kızdı ki, bana veya öyle göründü. “Kardeşim biz üç bin kere okuduk. Her seferinde ayrı bir mânâ keşfediyoruz da, sen otuz kerede nasıl anlayabileceğini düşünüyorsun?” diye sormuştu bana.

Yine birgün, gazetede çay ve yanında bir şey ikram edilmiş yiyordum ki, odaya girdiği anda, “Sağ elinle! Sağ elinle...” diye ikaz edince, “İyi de ben sağ elimle yiyorum ama...” dedim. “Sağ elinle yiyorsun, ama sol elinle içiyorsun. Hem yeme, hem de içme işini sağ elinle yapmalısın” dedi. Onların bizim hatalarımızı düzeltmeleri, bizim için asla kırgınlık değil, iftihar vesilesi idi. Zira hatalarını düzeltebildiğin ölçüde, ebedin kapısını sağlam açabilirsin.

Hidayete erdikten sonraki ilk günlerimden, bende Birinci Ağabeyin birkaç mektubu var. Ben de cevap yazmıştım. Daha o kadar yeniydim ki, Cenâb-ı Hakk’a ‘Allah’ dediğim için beni ikaz etmişti.

“Sen, sana elbette kendi isminle hitap edilmesini istersin. Güzel isminin garip bir kısaltma ile senin hoşlanmayacağın bir tarzda kullanılmasını ister misin?” “İstemem tabiî” dedim. “Allah’ın da öyle güzel isimleri var ki, kendisinin bu isimleriyle anılmasını istiyor” dedi. Bu ikaz bana yeterli oldu. Ondan sonra Rabbimin isimleri, dilimdeki en güzel kelimeler oldu, çok şükür...

Yine bu yeni günlerimde, Isparta’ya gitmiştik. İlk zamanlarda Risâle-i Nur’ar’ın, duvarlara gömülü dolapların içinde, gazlambası ile, nice zorluklarla yazıldığının hatıraları yâdedildi. Cennet Bahçesi’ni gezdik. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin duâ, tesbih ve tefekkür ettikleri ulu çınarı gördük. Sonra o köyden olan bir rehber eşliğinde, bir grup hanım cemaatini, Çam Dağı’na çıkardı Birinci Ağabey.

Yol, yürüyerek çok uzundu. Hiç durmadan yol almak gerekiyordu. On iki yaşlarında bir küçük kardeşimiz de vardı ki, yorulmasın diye bize rehberlik eden zâtın eşeğinin üzerine bindirildiği anda, eşek atağa kalkıp koşmaya başladı. Yolun bir yanı derin bir uçurum. Kızcağız öyle bir ürkmüştü ki, “Aman gözünü seveyim eşekçik. Lütfen sakinleş, ne olur” diye söylenince, Birinci Ağabey geriden seslendi: “Eşeğe değil, Allah’a yalvar. Yoksa uçurumun dibinde parçalarını bulamayız.” Neyse eşek sakinleşip durunca, bir daha bütün tekliflere rağmen, kardeşimiz eşeğe binmeyip yürümeyi tercih etti.

Devamlı yüründüğü halde, çok uzun sürdü yolculuk. Çam Dağı’na vardık sonunda. Üstad’ın buraya ait hatıraları yâdedilirken, ben bir anda Üstad’ın, üzerinde tefekkür ettiği katran ağacının üzerine çıkıp oturdum. Bir de aşağıya baktım ki, içi çam ağaçlarıyla dolu, dik ve çok derin bir uçurum. Yüreğim ağzıma geldi. Bir an, ağacın üzerinde olduğumu unuttum. Sanki uçurumun ortasında asılı duruyordum.

Vakit ikindiye yaklaşmıştı. Fazla kalmadan dönmek zorundaydık. Ama beni indirebilmek ne mümkün. Birinci Ağabey susturdu hepsini. “Hadi dönüyoruz. O kalsın. Zaten tefekkürü de seviyor. Gece olup, yıldızlar çıktığında, burasının manzarasına doyum olmaz.” Arkadaşlar da ses etmeyip, dönme hazırlığına başlayınca, nasıl indiğimi anlamadan, birden kendimi yerde buluverdim.

İşte böyle... Sizlere Birinci Ağabeyle olan hatıralarımdan bir demet sunmaya çalıştım. Onlar bütün insanlığa örnek olabilecek mümtaz bir cemaatin fertleriydiler. Biz onlardan çok dersler aldık. Yüklendiğimiz mes’uliyeti kusursuz taşıyabilmemiz için, çok yardımlar, teşvikler gördük. Haklarını ödeyebilmemiz, elbette mümkün değil. Bu Nur kervanı, kıyamete kadar hak ve hakikati yaymakta devam ederek yürüyecek inşaallah. Biz de peşlerinden ayrılmadan, ömrümüzü hayırla tamamlayıp, onlara dahil olanlardan oluruz diye duâ etmekteyim. Rabbim bizi birlik ve beraberlikten ayırmasın inşaallah.

Mekânın Cennet, nur ve saadet olsun. Âmin... Ebedde görüşmek üzere kıymetli ağabeyim.

İlk yayın tarihi ‘12.04.2007’ olan bu yazıyı Merhum Birinci ağabeyin vefat yıldönümü münasebetiyle yeniden yayınlamayı uygun gördük.

Okunma Sayısı: 4526
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Abdurrahman KOÇAK

    3.4.2018 17:21:45

    Cenabı Hak Rahmet eylesin...Amin...Binler Fatihalar...

  • Mikail Yaprak

    3.4.2018 17:14:26

    Mümine ablamızla biz İttihad'dan gıyaben tanışırız. Yazıyı zevkle okudum. Lakin bir ifade var ki, onunla, Rabbimizi anarken hürmet ve tazim ifadelerine, Esma-ül Hüsna'ya dikkat çekilmek isteniyor galiba..Cümle şu: "Daha o kadar yeniydim ki, Cenâb-ı Hakk’a ‘Allah’ dediğim için beni ikaz etmişti." Bu ifadeyi daha farklı kullanmayı yine Mümine ablamıza havale ediyorum. Ki zaten yazının devamında şu cümleye de yer veriliyor: "Birinci Ağabey geriden seslendi: “Eşeğe değil, Allah’a yalvar. Yoksa uçurumun dibinde parçalarını bulamayız.” Tebrikler . Selam ve dua ile..

  • Ali Tam

    3.4.2018 02:09:54

    Namazin kazaya birakilmasindan bahsedilmesi onun kaslarini catip konuya müdahele etmesine yol acardi. Namazin vaktinde kilinmasina cok riayet ederdi. Allah rahmet eylesin.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı