Üniversite eğitimi için bulunduğum şehirde, aşı kontrolü için üniversite hastanesindeki aile hekimliğine gittim.
Aile hekimi ile sohbetimizde, kendimin de burada tıp öğrencisi olduğumu ve İstanbul’dan geldiğimi söyledim. Nerede kaldığımı sordu. Risale-i Nur okuyan arkadaşlarla beraber ‘medrese’de kaldığımı söyledim.
“Bunu açık açık söyleme bence, bu zamanda çok riskli böyle şeyler”, dedi. Bu meseleyi uzun uzadıya konuşmak isterdim o doktorla. Bu zamandaki cemaat kavramının maalesef yanlış anlaşıldığını kısaca anlattım. Pek zaman olmadığı için işimi görüp oradan ayrıldım.
Evet, çoğumuz bu gibi örneklerle karşılaşmışızdır. Maalesef ki birçok insan korku damarına kapılıp Risale-i Nur hakikatlerini riskli algılayabiliyor. Bu algılamada güncel olayların tesiri olduğu gibi, ön yargı, bilgisizlik ve bunlardan daha önemlisi, bizlerin Risale-i Nur hakikatlerini yaşamada problemlerimiz olduğu gerçeğidir. Çünkü bizler Nurlar’ı hakkıyla yaşayabilsek, Risale-i Nur cemaatlerine bakış da elbette böyle olmaz.
Risale-i Nur eserinde korku iki yönde incelenmektedir. Korku ya halka, ya da Hâlık’a yönelik olmaktadır. Yani insan ya yaratılanlardan korkar, ya da Yaratan’dan. Üçüncü bir seçenek bulunmamaktadır. İnsanın Allah’tan korkması, günahlara bulaşmasını engelleyen önemli bir faktördür.
Bir bebeğin, annesinin kucağından ayrılınca ağlamaya başlaması gibi, insan da Cenâb-ı Hakk’ın sevgisinden mahrum kalma korkusuyla Rabb’ini hoşnut edecek ameller yapması, Allah’a yöneltilmiş bir korku duygusunu göstermektedir. Korku duygusunu kullanmamız gereken en mühim nokta burasıdır.
Bir diğer yönden bakacak olursak korku insana, hayatını koruması için verilmiştir. Üstad Bediüzzaman da bunun ölçüsünü şöyle veriyor: “Havf (korku) iki, üç, dört ihtimalden biri olsa, hattâ beş-altı ihtimalden biri olsa, ihtiyatkârane bir havf meşrû olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.”
Üstad Bediüzzaman Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemesi’nde, ‘’Sen de şeriat istemişsin?’’ sorusuna karşı, “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira, şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil” diyebilecek cesaretteydi.
İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında, papazlarının mağrurane sorularına tek bir kelimeyle dahi cevap vermeyen, ‘’Tükürün o zalimlerin hayasız yüzüne!’’ diyebilen bir Bediüzzaman, korku duygusunu en doğru şekilde kullanmıştı.
“Hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor. Hem neden korkum olacak? Dünya ile, ecelimden başka bir alâkam yok” diyebilen bir Bediüzzaman, dünyasını ahiretine vakfetmişti.
Korkulmayacak şeylerden korkanlar, aslında Allah’a hesap verememekten korkmalıdırlar. Ki düşmanların yüreğine korku salan, hatta şeytanın bile korkudan yanına yaklaşamadığı Hz. Ömer de (ra) Rabb’ine hesap verememekten korkmuştu. “Eğer bütün insanlar Cennet’e girecek, sadece bir kişi Cehennem’e gidecek denilse, korkarım ki o ben olayım.” diyerek, korkusunu yalnızca hak yoluna sarf etmişti.
Allah korkusu tam olursa, başka hiçbir korku onun dünya ve ahiret muvaffakiyetine engel olamaz.