İstanbul 1453 yılında fethedildi.
Kültürümüzü yansıtan mahalleler kuruldu. Medeniyetimize yakışan camiler, mescitler, imarethaneler, sebiller, sarnıçlar yapıldı. 1950’lerden sonra şehre göç başladı. Göktürkler Göçtürkler oldu. Köy şehre taşındı. Hazine arsaları üzerine gecekondu denilen tek katlı yapılar yapıldı. Bu bir istilâ hatta işgaldi. Nitekim devlet, arazisine yapı yapanları “işgalci” olarak niteledi.
Şehrin ruhuna uygun olmayan yapılar hayat tarzını etkiledi. Dünün köylüsü günün şehirlisi bocaladı. Hayata tutunmak için değerlerini gözden geçirme gereği duydu. Gittikçe dünyevîleşen şehre köydeki kültür mirasını monte etmeye çalıştı. İstanbul gibi tarih ve medeniyet kokan şehirlerin ruhu buharlaştı.
Gecekondu belki şartların zorunlu kıldığı masum bir durumdu. Başkasının buğdayını yememesi için hayvanına peçe takan köylü, şehirde milyonlarca insanın hakkı olan devlet ve şahıs arazilerine kondu. Bu küçük işgal girişimi ekmeğini çıkarmakla sınırlı kalmadı. Şehir büyüdükçe gecekondular gökdelenlere dönüştü. İnsanlar toplulaştırıldı. Toplu konutlar yapıldı. Gecekonducular bir gecede zengin oldu. Göktürkler gecekonducudan sonra Gökdelenci oldu.
Dün gecekonduda oturanlar Gökdelenin en güzel manzaralı yerine yerleşti. Sanki başı göğe erdi, göklere yükseldi. Hayata yüksekten bakar oldu. Gecekonducuları küçümsedi. Ayağı yerden kesildi. Toprakla bağını kesti. Ölümle arasındaki mesafeyi yükselttikçe yükseltti. Gökdelenle göğe daha fazla yaklaşsa da gökler gibi semavîleşemedi. Sürüngenler gibi arzîleşti. Dün paylaşmaktan bahsederken döviz, borsa, rant konuşur oldu. Dün bodrum katta oturduğu gibi bir gün de toprağın altında oturacağını düşünüp sabrederken komşularının yavaş yavaş denize taşındığını görünce kanı kaynadı. Ölüme sıfır gecekonduda otururken denize sıfır Gökdelende oturma hevesine kapıldı. Hâlbuki şeytanın saltanatı denizler üzerindeydi. Deniz sarhoş etti. Denize girdiği gibi bir gün kara toprağa da gireceğini unutuverdi.
DUYUYOR MUSUN, ÖLÜM VAR ÖLÜM!
Gecekonduda ev mum, kalb Kur’ân’la aydınlatılıyordu. Caminin yanına kabristan yapıldı. Günde beş kez camide namazla yıkandı, en sadık dost ölüm anıldı. Minare gecekondudan daha yüksekti.
Gökten gelen İlâhî ses duyuluyordu: Allah’tan yüksek, topraktan başka dost kim var!..
Gün geldi, gecekondu yıkıldı. Cami yerine yüzme havuzu yapıldı. Eski ilgiyi görmeyince bodruma taşındı. Minare yerine gözetleme kulesi yapıldı. Gökdelenin gölgesinde kaldı. İnsan sağırlaştı. Hakikate çağıran ses duyulmaz oldu. Kabristan yerine AVM yapıldı. Kabristan şehir dışına taşındı. Ölüm yok sayıldı. Sesi kısıldıkça kısıldı.
Gecekondu ölüme sıfırdı. İnsan kendini sıfır, koskoca bir hiç biliyordu. Zamanla Gökdelenler yükseldi. Dün bir inek parasına aldığı gecekondu bu gün otuz tane Mercedes binek eder Gökdelen oldu. Rakım (yükselti) arttıkça rakamlar da arttı. Rakımlar, rakamlar arttıkça harflerin kıymeti kalmadı. Sözün değeri düştü. Duvarda asılı Kur’ân düştü. Harfler sustu, rakamlar konuştu. Dünün mücahitleri günün müteahhidi oldu. İmam Gökdelen yöneticisi oldu. Gecekondu camii’ne “şefaat ya Resulallah” yazdıranlar Gökdelene “inşaat ya Resulallah” yazdırdı.
EY YEŞİL SARIKLI ULU HOCALAR, BUNU BANA ÖĞRETMEDİNİZ
Gecekondu Cennetimiz, duvarı kalbimizdi. Duvarda Kur’ân’ın yanında Mevlânâ, Gazali, Bediüzzaman saf tutardı. Saftık, temizdik. Gözümüz dünyaya kaysa duvar gibi önümüzde dururlardı. Onlar hayatımızda olduğu sürece duvarımız hiç yıkılmadı, biz yıkılmadık. Zamanla değiştik, kirlendik. İçimizdeki artçı depremlerle dünyamız sarsıldı.
Mevlânâ gökyüzüne âşıktı. Gök ehlinin duâlarıyla çağlar, gökler gibi çalkalanırdı. Semadaki semaya uyar, döne döne Rabbini anardı. Hakikate yükseldi. Sema’ ile semavileşti. Biz gecekonduda sema’ ede, ede, döne döne Rabbimizi anarken nedense köşeyi dönmek aklımıza geldi. Semayı bozduk. Sema’ı bozduk. Kendimizi bozduk. Gecekonduyu sattık. Köşeyi döndük. Döne döne Rabbimizi anmayı unuttuk. Semayı köşeyi dönmek sandık, ah ki aldandık…
Gazali İhya’yı yazdı. Zamanla sular bulandı. Kalbimizle okurken göz ucuyla okur hale geldik. Nasıl olduysa oldu, İhya okurken yatlar, katlar, saraylar, yalılar inşa etmek aklımıza geldi. İnşa ettik, ihya olduk. Yatlarda yattık, katlarda servetimize servet kattık. Gecekondu günlerindeki yoksulluğu, kardeşliği, paylaşmaya, kul hakkını, ölümü unuttuk. Gökkubbeyi deldik, hakikati paramparça ettik. Dünya denilen denize daldıkça daldık.
Her şey güzel giderken bir gün şehre Nuh tufanını andıran yağmurlar yağdı. Gökdelenlerle parçalanan göklerden felâket yağdı. Gecekondular yıkıldı. İnsanlık su altında kaldı. Yolsuzlar, sözde soylu özde soysuzlar, vicdansızlar, şeref yoksunları kurtuldu. Kadınlar, çocuklar, yoksullar, evsizler boğuldu. Felâketi herkes duydu da Gökdelenlerde, katlarda, yatlarda, yalılarda, saraylarda oturan yeşil sarıklı hocalar, müteahhit mücahitler duymadı. Mevlânâ, Gazali, Bediüzzaman, Sezai Karakoç duydu da onları okuduklarını söyleyenler duymadı. İnsanlık Gökdelenlerde, yalılarda, saraylarda boğuldu. Sakinleri yatlarına binip gittiler. Sular durulunca, cenazeler kaldırılınca geri geldiler. Balkona geçtiler. Hiçbir şey olmamış gibi kahvelerini içtiler. Gün geldi, öldüler. “Gelecek zamanlarda / Ölüleri balkonlara gömecekler” diyordu Sezai, dediği oldu. Balkonlar mezar oldu. Dün bodrumda ölümü huzurla beklerken o gün Gökdelen balkonunda yapayalnız öldüler. Kimseler duymadı, duymadı…
Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz / Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı / Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim /Bunu bana söylemediniz.
Bediüzzaman’ın “Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere / Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber” dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de her gün bir taşı düşmekle yıpranıyor. İçimdeki şehir çöküyor, kabristana göçüyor.” dedim, duymadınız, duymadınız.
“Çağ Nuh’unu, Mevlânâ’sını, Gazali’sini, Bediüzzaman’ını arıyor, insanlık boğuldu boğuluyor.” dedim, duymadınız, duymadınız!