İnsan yaratılışıyla ilgili birçok teori var.
Topraktan yaratıldığını söyleyenler kadar sudan yaratıldığını söyleyenler de var. Bize göre toprak ve su karışımı balçıktan yaratıldı. İnsan şeklini aldıktan sonra bir damla su ile yeni insanlar yaratıldı.
İbn-i Haldun’a göre hayatı belirleyen asıl unsur coğrafyadır. Marks’a göre ekonomi hayatın temel taşıdır. Bize göre onsekiz bin âlemi içinde barındıran muhteşem bir sasrayı andıran insandır. İnsan bu dünya ve öte dünyadan parçalar taşır. Ruh, kalb gibi manevî varlıklarıyla öte dünyaya; et, kemik gibi fizikî varlıklarıyla dünyamıza aittir. Etiyle kumları, kemikleriyle taşları, saçlarıyla dağları, kaşlarıyla sıradağları, gözleriyle denizleri, gözyaşlarıyla dalgaları hatırlatır. Bazıları dağlar gibi coşkun, bazıları ovalar gibi sessiz, bazıları göller gibi durgun, bazıları denizler gibi dalgalıdır.
İnsan yediği şeylere göre şekil alır. Bedeni bitki ve hayvanî gıdalar, maneviyatı tövbe ve duâlar belirler. Hayvanlar hayatın ikinci, bitkiler üçüncü mertebesindedir. İnsan vücuduna girince kur atlarlar, birinci hayat mertebesine çıkarlar. Duâ ve zikirle desteklendiğinde insanla birlikte meleklerden öte bir hayata bile geçebilirler.
Nebatî gıdalarla beslenenler hayvanî ağırlıklı beslenenlere göre genelde daha sakin ve narindir. İnsanın güzelliğinin merkezi olan cemal tarafını bitkiler şekillendirir. Her insan bir bitkiyi hatırlatır. Kimisi ağaç gibi durgun, ama renklidir. Kimisi günebakan gibi günü yaşayan, güneşe göre şekil alan, her devrin adamıdır. Kimisi çınarlar gibi köklüdür. Kimisi kavaklar gibi uzun olmasına rağmen küçük bir fırtınada yıkılır. Kimisi gül gibi katmer katmer derin, kimisi kabuk gibi sığ mı sığdır. Kadınlar çiçekler gibi derindir. Rabbimizin Cemâl isminin tecellilerinden izler taşır. Rabbimizin eserlerinde cemâl, celâl gibi bin bir ismi vardır. Kadınların da çiçeklerden binbir ismi vardır: Songül, Nergis…
İnsanın celâl tarafını hayvanî gıdalar şekillendirir. Dünyası dünyadan ibaret olanlar çoğu kere hayvanlardan izler taşır. Ruhu bir hayvan suretinde yüzünde görünür. Bazısı yılan gibi sinsi, bazısı güvercin gibi güven verici... Hayvanlar Celâl isminin sevkiyle hareket eder. Hayvanî duyarlılıklar erkekte kadınlara nazaran daha çok hükmeder. Erkek sonuç odaklıdır. İmanın künhüne ermemiş insan hayvandan daha aşağıya düşer. Erkekler kadınlara göre sığdır, zayıftır, ama yine de onlara yırtıcı hayvan isimleri vermekten geri kalmayız: Şahin, Kartal…
Oysa ne güzeldir deniz gibi gözlere ve gözyaşlarına, gül gibi katmer katmer kalbe, Cennet kuşları gibi ruha, melek gibi dostlara sahip olmak. Ne çirkindir vahşi hayvan suretinde sokaklarda dolaşmak…
Barla gecelerinde insan görüntüleri
Bediüzzaman, insanların vahşiliğinden sözde vahşi varlıkların dostluğuna sığınmak için Barla Dağları’na çıkar. Çiçeklerle, böceklerle, yılanlarla, çıyanlarla, kuzularla, koyunlarla koyun koyuna yaşar. Bazen kuşlar kadar masum, sütler kadar temiz dostlarıyla kendini dağlara vurur. Öyle bir günde varlığın iksiriyle sekir ve manevî sarhoşluğa tutulurlar. Akşam yaklaşınca cezbe ve istiğraklar içre Barla’ya dönerler. Eve yaklaştıklarında ikisi birbirine eklenmiş gibi uzunca siyah bir yılan aralarından geçer. Arkadaşına seslenir. “Gördün mü?” “Neyi?” “Bu dehşetli yılanı.” “Yok, görmedim ve göremiyorum.” “Fesübhânallah! Bu kadar büyük bir yılan ikimizin ortasından geçtiği halde nasıl görmedin?”
O zaman hatırına bir şey gelmez; fakat sonra kalbine gelir ki, bu bir işarettir. Dikkat et!, der kendi kendine. Zira bu “gecelerde gördüğüm yılanlar nevindendir.” O yılanlar hıyânet niyetiyle yanına gelen memurlardır, yılan sûretinde görünmüşlerdir. Fakat Cenâb-ı Hak onu “böyle yılanlarla uğraşmaya mecbur” etmemiş, kendi haline bırakmıştır.
İnsan sürüngen değil semazendir
Carl Sagan R (sürüngen) faktörünü savunur. Ona göre insan sudan yaratılmış, sonra karaya çıkmıştır. Dünyada sürüngen gibidir. Sürüngenler vahşidir. İnsan genlerinde onların özelliklerini taşımaktadır. Kötülüklerin sebebi içimizdeki bu sürüngen ve istilâcı ruhtur.
Bize göre insan ezelde su ve toprak karışımı balçıktan yaratılmıştır. Daha sonra denizi andıran rahme düşer. Dünya denilen karaya çıktığında sudan çıkmış balığın şaşkınlığını yaşar, ağlamaya başlar. Balçıktan yaratıldığından zamanla dünyaya alışır. Denizden karaya çıkan timsah değil ruhlar denizinden dünya karasına çıkan Yunus Balığı hâlini alır. Koruyucu, şefkatli, merhametli, uysal, hikmetle hareket eden, her halinden güzellikler yeşeren bir balık.
Balıklar ölünce kıyıya vurur. İnsan topraktan gelir, toprağa döner. İnsana yakışan toprak gibi alçakgönüllü olmaktır. Biz buna “T (Toprak) Faktörü” diyoruz. T faktörünü hayatının merkezine alan kendini toprak ehlinden bilir. Toprakgönüllü sular yükselince balıkların karıncaları yiyeceğini, geri çekilince karıncaların balıkları halledeceğini, ahiretin dünyanın rövanşı olduğunu, her nefesin hesabının verileceğini bilir. Yaşarken ölü taklidi yapar. Bir gün öleceğini düşünerek, ölmeden önce ölmüş gibi yaşar. Hayata cemâl ile bakar. Güzel görür, güzel görünür. Hoş görür, hoş görünür. Şefkat ve merhametle muamele eder. Er ya da geç masumların gözyaşlarının zalimin elindeki kana galip geleceğini inanır. Masumun gözündeki yaşın kıymetini bilir, siler. Zalimin elindeki kanın kirini bilir, hesap sorar.
Biz zalimane R (sürüngen/timsah) teorisi yerine şefkatli T (toprak/yunusbalığı) teorisini öneriyoruz. Dünya öküz ile balık üzerindedir, kardeşçe geçinip gidelim, diyoruz. Ne var ki vaat ettiğimiz dünyanın çok uzağındayız. Önerdiğimiz hakikat bir teori hatta bizim ihmal ve istismarlarımız yüzünden gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopyaya dönüşüyor. Savaşlar, darbeler, diktatörlükler, hak ihlâlleri, hukuksuzluklar, kan ve gözyaşı coğrafyamızda kol geziyor. Kısa süre önce gıda ihracatçılarımızın yaptıkları hileler anlaşılınca ithalatçı ülkeler iade etti. Bu gün manevî ve insanî değerler açısından hileli ihraç ürünlerinden daha üzücü durumundayız. Mü’min ne kapı komşusuna ne de komşu ülkelere güven vermiyor.
Maalesef Sagan’ın temsil ettiği dünyaya ihraç edeceğimiz çok fazla değer kalmadı. Dünyadaki imajımız bozuk. Bu algıyı değiştirmek, T (toprak) teorisini hayatımıza yerleştirebilmek için önümüzde “Said, tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır; ta ki Risaletü’n-Nur’u bulandırmasın, tesirini kırmasın” diyen Bediüzzaman gibi rehber ve Risale-i Nur gibi saklı bir ada var. Şefkate, merhamete, adalete, insanî ve imanî değerlere dayalı yeni bir dünya kurmak, yeni bir medeniyet inşa etmek için gereken her şey orada var. Yeter ki biz kusurlarımızla suyu bulandırmayalım. Yoksa “uzatma benim dünya sürgünümü” diyeceğimiz günlerin karnı burnundadır.