İnsan nasıl da unutuyor şu garip dünya gelip geçici bir varlık olduğunu.
Dünyayı mülkü sanıyor, varlık dava ediyor, dünyaya bağlandıkça bağlanıyor. Doymak bilmiyor. Bir çiçeği istediği gibi bahçeyi de istiyor. Bir aşı, işi, eşi, nihayet başını sokacağı evi olsun istiyor. Sabrederse ve gayret ederse zamanla her şeyi oluyor. Ama çoğu kere işin sonunda “malın mı var derdin var” noktasına geliyor. Dünya kirli su gibi yavaş yavaş her yanını işgal ediyor. Yaş ilerledikçe tek meşgalesi dünya oluyor. Allah ayak verdi, bir de ayakkabı verse diyor. Rabbi kırmıyor, veriyor. Bu sefer ayağımı yerden kesecek araba verse diyor. Rabbi onu da kabul ediyor, bir külüstür veriyor. Ayağı yerden kesilince koltukları rüzgârı kucaklıyor, rüzgârla canciğer arkadaş oluyor. Ayağımı yerden kesse yeter, dediğini unutuyor; Sıfır araba hayali kuruyor. O da oluyor. Ondan sonra gerçekten de ayağı yerden kesiliyor, insanlara yukardan bakmaya başlıyor. İnsanlar an be an gözünde küçülürken, dünya büyüdükçe büyüyor. Bitmez, tükenmez arzular her yanını sarıyor.
Hız çağındayız. Zaman hızla işliyor. İnsan arabaya binince hız kazanıyor; O hızla herkesi, her şeyi, her değeri ezip geçiyor. Herkesi, her şeyi yaralıyor. Oysa bilmiyor ki tabuttan daha hızlı araba yoktur. Gün geliyor, araban tabutun oluyor. Dört teker, değil dört adam tabutunu çekiyor. Mercedes’e binmeden ölen çok da imamın kayığına binmeyecek yok. Nuh (as) gibi gemilerin de olsa nihayet bineceğin son gemi imamın kayığı işte. Hz. Bilal (ra) gibi Kâinat Sultanının (asm) gönlüne girdikten sonra dünya uzay denizinde kocaman gemi olsa, kim dönüp bakar.
Peygamberler vefat ettikleri yere defnedilir. Hz. Muhammed (asm) Âlemlerin Efendisi olduğu halde vefat ettiği odacığa defnedilmiş. Demek insanın dünyadan nasibi ancak kabir kadardır. İnsan olan insan, kabirde ne kadar yer kaplayacaksa, dünyada da o kadar kaplamalı. Yalıda yatıp sarayda kalksan da nihayet yatacağın yer dar bir kabir işte. Farkında olarak en çok elli- altmış yıl yaşayabileceğin dünyadaki mekânını saray yapmak için çalıştığın kadar ebedî kalacağın kabrin imar ve inşası için çalışmıyorsun. Sarayda yaşayan onu kaybedeceği korkusunu yaşaya yaşaya yaşlanıyor, kalbini kabre çeviriyor. Ölmeden ölmesini bilen, kendini kabirde bilense kalbini saraya çeviriyor, daha dünyada cennet nimetlerini tadıyor.
Eskiler Âlemlerin Efendisi (asm) altmış üçünde vefat etti diye altmış üçe bastıklarında ‘haddi aştık’ deyip, kabirlerini kazıp, ölüme alışmak için o kabirde yatardı. Allah için yola düştüklerinde ölümü hep hatırlarında tutarlar, kefen olacak büyüklükte sarık sararlardı. Bütün dünyasını bir sepette taşıyan Bediüzzaman’ın seçkin talebesi Mehmet Feyzi kalbini kabre alıştırmak için son iki yılını penceresiz, kapkaranlık odada geçirmişti. Bekir Berk gibi kahraman Nur Talebeleri dünyanın dört bir tarafına nur hizmetini götürürken kefenlerini terkide taşımışlardı. Şimdi bak kendine. Akıbetinden endişe ediyorsun. Fakirliğe, hastaneye, hiç akla gelmeyecek bir nedenden hapse düşmekten korkuyor, dünyayı kendine zindan ediyorsun, etme.
İnsan işte… Ebedî dünyada kalacakmış gibi nazlanıyor. Bulunduğu yeri beğenmiyor. Hep daha iyisini, güzelini istiyor. Nerde oturursak oturalım, hepimizin içinde gizli bir saray tutkusu kol geziyor. Hâlbuki dünyaya beş para ehemmiyet vermeyen Bediüzzaman, Barla’da sabahlara kadar üzerinde Rabbini zikrettiği çınar ağacını Yıldız Sarayına değişmedi. Dünyalılar saraya davet ettiği halde kabul etmedi. Yusuf (as) sarayın sultanı Züleyha’nın arzularına cevap vermemiş; “Benim için zindan teklif ettiğin şeyden daha hayırlıdır” diyebilmişti. Züleyha’nın teklifini kabul etse, belki saraya sultan olacaktı, ama gönüller sultanı, Medrese-i Yusufiyelerin piri olamayacaktı. Diyeceğim o ki, varsın dünyamız daracık zindan olsun, yeter ki kabrimiz geniş olsun.
İŞTE GİDİYORUM ARDIMA BAKMADAN
İnsan dünyaya sığamıyor, of, of çekiyor. Koca dünyaya sığmam, diyen daracık kabre sığıyor. Gün geliyor, araban tabutun, evin mezarın oluyor. Dünyadan nasibinin bir avuç toprak olduğunu anlıyorsun. Topraktan geldin, toprağa gidiyorsun. Araban kaç çeker olursa olsun tabutun hep dört çeker oluyor. Evin ne kadar yüksek olursa olsun kabrin ancak iki metre derin oluyor. Evin kaç katlı olursa olsun kabrin tek katlı oluyor. Çatısı neyle kaplı olursa olsun, kabrinin çatısı sadece tahta oluyor, üstelik çatısı hep akıyor. Arabandaki klima ne kadar iyi olursa olsun kabrin eğer iman etmemişsen gâh cehennem gibi sıcak, gâh zemheri gibi soğuk oluyor. İyisi mi daha dünyadayken kalbini kabre çevirme. Kabre götüremeyeceğin şeyi kalbine alma. Yük yapıyor sonra. Her yanın ağrıyor, ağlıyor. Kabir tünel, iyilikten başkası geçmiyor orda. Arabanın da, evin de penceresi var. İyisi mi yaşarken kalbinden kabrine, kabrinden cennete pencere açmaya bak. Toprağın altında penceresiz kalıyorsun sonra. Evinin manzarası ne olursa olsun, nereye bakarsa baksın, ister dağa, ister denize selam dursun, önemli olan kabrin manzarası. Kabrin cennete bakmıyorsa, her yanın kör duvarsa dünyada denize bakan sarayda otursan ne fayda. Kabirde manzarasız kalıyorsun, kalma.
Arabanın markası ne olursa olsun tabutun markası hep aynı. Elbisen ne kadar renkli olursa olsun kefen hep beyaz. Zamanla elbiseler, arabalar, evler değişiyor da kefen, tabut kabir hiç değişmiyor. Vakti gelince herkes ölüyor, beyaz kefeni giyiyor, tahta ata biniyor. Bediüzzaman dünyada emanetçi ve kiracı gibi yaşadı. Saray sefası, araba sevdası peşinde koşmadı. Bütün kazancını ahirete yatırdı. Dünyada arabası, evi, hatta eşi bile olmadı. Kirada oturdu, kiralık arabayla ahiret yolculuğuna çıktı. O halde ibret alalım. Bak ne diyor o güzel insan:
Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalp ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum... Ben şimdiden görüyorum ki: yakın bir zamanda kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarıma veda eyledim... İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryat edip nida ediyorum: El-Aman! El-Aman! Yâ Rahman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!... İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyiciler beni bırakıp gittiler. Senin aff u rahmetini intizar ediyorum”.