"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Çobanın sopası

Muzaffer KARAHİSAR
31 Ocak 2017, Salı
Baharın en canlı ve en güzel günleriydi. Yeşil çimenler, envaı çeşit çiçeklerle bezenmiş, ağaçlar beyaz gelinliklere bürünmüştü. Kuş cıvıltıları, arı uğultuları, kuzu sesleri, derelerin coşkulu akışları etrafı canlandırıyordu. Rüzgâr ılık ve tatlı tatlı esiyordu.

Şehrin sıkıcı havasından uzak bir ortamda, bunalımlardan kurtulup huzur bulmak için kırlara atmıştı kendini. Sigarasını yaktıktan sonra arabadaki teybin sesini açtı. “Her yer, her şey güzel huzur arıyorum…” Şarkıyı dinlerken, gözleri etraftaki güzellikleri süzüyordu. Mavi semalara, dalgalı bulutlara, ufuklara, dağlara baktı. “Tabiatın gücü ne kadar güzelmiş!” diye, mırıldandı. Şarkının nakaratı devam ediyordu: “Her yer, her şey güzel huzur arıyorum…”

Huzurlu ve mutlu olmanın yollarını düşünüyordu. Her şeyi vardı. Evi, arabası, fabrikası, işçisi, hizmetçisi.. Ama mutlu değildi. Nasıl bir şey acaba bu mutluluk? diye düşünürken, ağaçların ötesindeki arabadan ses geliyordu: “Yıllardır soruyorum, bu soruyu kendime. Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim.”

Bir anda durakladı! Kendisi için zor bir soruydu. Sahi niçin bu dünya? Geçici zevkler, eğlencelerle geçen bir ömür, gece gündüz demeden çırpınmak… Diye düşünürken ölüm ve sonrası korkusu sardı içini... İnkârcılık bütün benliğini sarmış, ötesini düşünmüyordu.

Her zamanki istifhamlar kafasına üşüştü. Heykel gibi donup kaldı. Adımları bir türlü yürümüyor, beyni durmuş, gözleri tek noktaya takılmıştı. Çıkmaz sokakta gibiydi.

Az ötelerden gelen kaval sesiyle kendine geldi. Biraz toparlandı. Sonra o istikamete koyuldu. Uzaktan çobanın sırtında abası ve başındaki püsküllü yaşmak görünüyordu. İçini kemiren boşluğun ve ruhunu saran bunalımın sıkletinden kurtulmanın çaresini arıyordu. O tarafa hızla yöneldi.

Başıyla selâmladı, oturdu. Çoban, tebessümle selâmı aldı. Kavalını çalmaya devam ediyordu. Çobanın mutluluğuna, koyunların sükûnetine imrendi. “Bu yoksul adam, dağ başında mutluluğu nereden bulmuş?” dercesine çobanı dinliyordu. Çoban parçayı bitirdi ve kavalını ekmek torbasına koydu.

- Çok güzel çalıyorsun, hoşuma gitti, dedi.

- Ne yapalım beyim, bizimki Allah vergisi, deyince:

- Şey, O dediğin var mı? Sen inanıyor musun?

-Ney, hangisi? diye afallayıp sordu. Çoban!

-Allah dedin ya! O var mı?

Çobanın sinirden kan beynine hücum etmiş, ateş almış barut gibiydi. Yüzünün rengi değişti. Ayağa fırladı. Celâlli bakışlarıyla ve hışımla sopasını eline aldı. Karşısındakine varacakmış gibi gözünün içine bakarak havaya kaldırdı. Yüksek sesle: Gökyüzüne bak! dedi. Kim bunu direksiz durduruyor? Elindeki sopayı ağaçlara doğru uzatarak, kim bunlara meyve verdiriyor? Koyunlara sütü verdiren kim? Bu kâinatı, seni, beni yaratan kim? diye sayıp döktü. Bildiği kadarıyla Allah’ın varlığını anlattı. İnançsızlığa karşı olan tavrı, öfkeli duruşu her halinden belli oluyordu.

Yerinden fırladığı gibi kalkarak bir şey söylemeden arabasına doğru koşmaya başladı. Çobanın tavrı ve söyledikleri kafasının içinde yankılanıyordu. Cahil bir insan, nasıl olur da onu paylar, ders verebilirdi? Arabaya atladığı gibi virajlı şehir yoluna koyuldu. Arabanın sür’at ibresi en yükseklerde seyrediyordu.

Bu kendinden kaçış, onu nereye, hangi eğlence merkezine götürecekti bilinmez. Viraj işaretini gördükten sonra çoban hayaline geldi. Öfkeli bir tavırla, sert ve hırçın bakışlarla ve hışımla sopayı havaya kaldırıp vuracakmış gibi tavrı gözünün önüne geldi. Tam başına ineceğini tevehhüm ederek korkup sakındı. Gözlerini yumdu ve direksiyona kapanıverdi!

Artık olan olmuştu. Araba dönemecin yan tarafındaki uçurumda top gibi yuvarlanıyordu. Zemine varmadan parçaları savrulurken sahibini de bir çuval gibi kenara fırlatmıştı. Her biri bir kenara dağılmıştı. Şoför, son anlarında çobanın söyledikleriyle kafası iyice karışmış, zihni bulanmış, yarı bilinçle mırıldanıyordu: Kim bu gökyüzünü direksiz durduruyormuş? Ben neden geldim dünyaya? Hu.. Huzuuur! Ağaçlardan sütü kim sağdırdı…?

Vücudun kırılan kemiklerle soğudukça hareketleri azaldı, kıpırdayamıyordu. Başını son defa yukarı kaldırdı, gözlerini korku ile havaya dikerek kanlı ellerini uzattı. Yalvarırcasına:

-Aman Çob. Çob. Çoban, ne ol…lur vu vur.. ma, diyebildi. Yere boylu boyunca uzanıp son nefesini verdi….

NOT: 1979 yılında Yeni Asya İrfan Mektebi’nde Misafir Kalem, Muzaffer Erol’un bir hikâyesi.

Okunma Sayısı: 2854
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı