"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Millî hâkimiyet

Naci TEPİR
26 Nisan 2018, Perşembe 00:41
Millî Hâkimiyet’in mânâsı, devlet idaresinde halkın yegâne söz sahibi olmasıdır. Böyle idare şekline “Demokrasi” veya “Cumhuriyet” denir.

Her yıl olduğu gibi, geçtiğimiz 23 Nisan Pazartesi günü de, TBMM’nin ilk açılışının (23 Nisan 1920) 98. yılı resmî merasimlerle kutlandı. Bu tarihi gün, “Millî Hâkimiyet Bayramı” olarak kabul edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm ile Temel Hadis kitaplarından Buhari-i Şerif’in hatmi ve duâlarla, kurban kesilerek, açılan ilk TBMM’nin toplanması, bizdeki Cumhuriyet’in çekirdeğini teşkil eder. 

TBMM’nin ilk mebusları (milletvekilleri), halkın itimadını kazanmış ve halkın hür iradesiyle seçilmiş alim, fâzıl ve muhitinde temayüz etmiş kimselerdi. Bu meclisin hazırladığı 1921 Anayasası da gerçek mânâda bir Cumhuriyet Anayasası idi. Fakat, bu anayasa çok geçmeden 1923’te mühim bir değişikliğe uğratıldı. Aynı zamanda Meclis’in yapısı da, kontenjan sınırlamalarıyla değişikliğe uğradı ve ilk safiyeti bozuldu. Cumhuriyetin ilânına bu değişikliklerden sonra gidildi. (29 Ekim 1923)      

Her yıl yapılan kutlama merasimlerinde, saltanatın kaldırılması, onun yerine halkın hâkimiyeti olan Cumhuriyet idaresinin kurulduğu ifade edilir. Halk hâkimiyetinin sembolü TBMM’nin açılışı, hamasi nutuklarla dile getirilir, bayram yapılır. Peki, gerçekten Cumhuriyet idaresine geçildi mi? Devlet idaresinde halk söz sahibi olabildi mi? Sadece Meclis duvarında ve birkaç yerde kayıtlı bulunan “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!” sözü tahakkuk etti mi? Halkını, maddî ve mânevî bütün değerleriyle kucaklayan, halkıyla bütünleşen bir cumhuriyet gerçekleşti mi? Bu ve buna mümasil sorulara verilecek cevap, maalesef “HAYIR” şeklinde olacaktır! Hele de OHAL’in 7. defa uzatıldığı, kanun yerine kararnamelerle idare edildiği, adalet ve demokrasinin askıya alındığı günümüz ülkesinde “Millî Hâkimiyet”ten dem vurmak, kutlama ne mânâya geliyor?

Diktatörlük, cumhuriyetin ruhuyla bağdaşmaz

Türkiye, Cumhuriyet’in ilânından, 1950’ye kadar 27 sene tek partinin (CHP) dikta rejimiyle idare edilmiştir. 1950’de “Çok Partili Sistem”e geçilmişse de, çok sürmemiş, emperyalist dış güçler ve onların yerli vatanperver (!) işbirlikçi tetikçileri sayesinde yapılan darbelerle “Cunta” ve “Dikta” rejimi devam ettirilmiştir! Halk hâkimiyeti şöyle dursun, halkın değerlerine ters düşen, halkıyla kavgalı, bir idare sistemi geliştirilmiştir! Aynı zamanda, totaliter rejimlerde (Komünizm, faşizm, rasyonel sosyalizm vs.) olduğu gibi, meta zoruyla, dağa taşa korku salınmış, şahısları ve görüşlerini tabulaştırıp, halkı sindirerek, zorla sevdirme ve çeşitli düzenbazlıklarla varlığını sürdürmüştür. Halkını kucaklamak yerine, halkına -bilhassa mânevî ve kültür değerlerine- karşı savaş açmıştır! 

Bin seneden beri İslâm’ın bayraktarlığını yapmış, temiz kanlarını Allah (cc), din, vatan ve hürriyet uğrunda feda eden mübarek ecdadımızın, gelecekte dinî mefhumlara karşı savaş açılacağı ve sair örf ve inançlarına ters düşen icraatların yapılacağı hiç akıllarının köşesinden geçer miydi?! 

Her vicdan sahibinin kanını donduran bir misal

Zamanımızın en büyük müceddidi ve âlimi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, yazdığı altı bin sayfalık eşsiz Kur’ân tefsiri “Risale-i Nur” için 1935’te Eskişehir, 1943’te Denizli ve 1948’de Afyon Ağır Ceza Mahkemeleri’nde idamla yargılanmıştır. Hayatının sonuna kadar kâh hücre hapsinde, kâh sürgünde ve takibat altında tutulmuştur. Ayrıca, türlü eziyet ve suikaste (komploya) maruz kalmış, 27 defa zehir verilmiştir. Halbuki, bu gün dünyada yüz milyonlarca insan Risale-i Nur eserlerinden faydalanmakta ve eğitim almaktadır. Ayrıca, dünyada en çok konuşulan, 70’e yakın dile çevrilen ve tarihte bir benzeri görülemeyen bu nadide eserler hakkında, ülkemizin hemen her tarafında ve çeşitli mahkemelerinde 2 bin 200’e yakın berat veya takipsizlik kararı verilmiştir. Bu ise insanlığa hiç yakışmayan bir hukuk ayıbıdır. Çünkü herhangi bir dâvâ konusu bir mahkemede berat edip, Temyiz Mahkemesi de (Yargıtay) onaylarsa, “Kaziye-i muhkem” halini alır ki, aynı konuda daha muhakeme edilemez. Ama maalesef ülkemizde buna benzer çok keyfi ve hukuk ayıbı tatbikatlar olagelmiştir. Bu gün hâlâ devam eden ve ifade hürriyetine mani olan 5816 sayılı “Atatürk’ü Koruma Kanunu, Osmanlı arma ve simgelerinin tahrip edilmesinin suç sayılmayacağı hakkında (dolayısıyla teşvik eden) 1050 sayılı Kanun gibi düzenlemeler, hukuk ayıbı zincirinin diğer halkalarıdır. Bütün bunlar –güya- Cumhuriyet ile idare edilen ülkede tahakkuk ediyor!   

Hülâsa-i kelâm; her yıl yapılan bütün kutlamalarda, anma günlerinde ve derslerde bir çok gerçekler örtbas edilmekte veya çarptırılmaktadır. Bizim üzerimize düşen, medarı iftihar şerefli tarihimizi gelecek kuşaklara, bütün eğitim kademelerinde gerçeklerin örtbas edilmeden ve çarpıtılmadan dosdoğru anlatılmasını temin etmektir. Aslında bu, gerçek mânâda Cumhuriyetin icabıdır!

Okunma Sayısı: 2508
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı