Siyaset, sözlük anlamı olarak TDK’da “devlet işlerini düzenleme ve yürütme san’atıyla ilgili özel görüş ve anlayış” olarak tanımlanmış. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta siyasetin bir “san’at” olarak tanımlanması.
Siyasetçi ise bu tanımdan hareketle şöyle tanımlanabilir. ”Devlet işlerini düzenleme ve yürütme san’atıyla ilgili özel görüş ve anlayışa sahip kimse.”
Bu siyasetçi tanımında eksik olarak dikkat çeken şey ise içerisinde siyasetçi için mütedeyyin, oruç tutan, namaz kılan vs. sıfatlarının bulunmaması.
Peki, ama Allah’ın emir ve yasaklarına uymayan kimse devlete, millete nasıl hakkıyla hizmet edebilir?
Buna benzer bir soruya Bediüzzaman (ra), Münâzarât isimli eserinde şöyle cevap veriyor:
“Sual: ..zira bazısı Ramazanı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle Allah’ın emrinde hiyanet eden nasıl millete sadâkat edecektir?
Cevap: ..fakat iş ve san’at başka olduğu için, fasık [günahkâr] bir adam güzel çobanlık edebilir; ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi salahat [dindarlık] ve mahareti, tabir-i aharla [diğer tabirle] fazileti ve hamiyeti nur-i kalb ve nur-i fikri cem edenler [birleştirenler] vezaife kifayet etmezler. Öyle ise ya maharettir, ya salâhattir. San’atta maharet ise, müreccahtır [tercih edilendir]”1
Evet, iş ve san’at başka, salâhat, yani dindarlık başkadır.
İşçi /san’atçı kimliği taşıyan birisi, dindar, namazlı, takvalı pekâlâ olabildiği gibi kişinin, bu sıfatları barındırmıyor olması da işçi / san’atçı kimliği taşımasına mani değildir. Çünkü san’atta önemli olan maharettir, yetenektir.
Hem yine siyasetçide birinci ve esas kriterleri devlet idaresine ehil sıfatlarda değilde riyakârane dindarlıkta arayanlara da Bediüzzaman’ın (ra) “Siyasetçi ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar”2 tesbitini de bu nokta da hatırlatmakta fayda var.
Maalesef “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek” hakikati bu zamanda “siyaset için sevmek, siyaset için buğzetmek”e inkılâb etmiş, din ve siyaset iç içe girmiş vaziyette. Kafalar karışık. Bu kez de “Ya dine zarar gelirse o zaman ne yapacaksınız? Bu vebali nasıl ödeyeceksiniz?” gibi saptırmalarla beyinler bulandırılıyor. Bedizzamanın (ra) “Dinde hassas muhakeme-i akliyede noksan” tabirine masadak olmuş zihniyetlere lâyık bir vehimdir aslında bu. Hem bu vehme hem de yazımıza yorumlarıyla birlikte Bediüzzamanın (ra), Münâzarât’taki şu sözleriyle son verelim:
Evvelâ din Allah’ın dinidir ve koruyacak olan da yine O’dur. “İslâmiyet güneş gibidir üflemekle sönmez; gündüz gibidir göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar” diyerek evvelâ bu vehimi izale eder ve şöyle bir kıyasla devam eder:
”Hem de mağlûp biçare bir reise yahut müdahin [dalkavuk] memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir? Yoksa efkâr-ı amme-i milletin [kamuoyunun] arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin madeni olan –herkesin kalbindeki şefkat-i imaneye olan-envar-ı İlâhinin [ilâhî nurların] lemaatının [parıltılarının] içtimalarından [toplanmalarından] ve hamiyet-i İslâmiyenin şererat-ı neyyiranesinin [nurlu, parlak kıvılcımlarının] imtizacından [kaynaşmasından] hasıl olan amud-i nuranin [nurdan sütünunun] ve o seyf-i elmasın [elmas kılıcın] hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? siz muhakeme ediniz.”
Evet, bu kıyastan da anlaşılacağı üzere İslâmiyet umumun mukaddes malıdır ve hiçbir fani şahıs üzerine bina edilemez. Edilse zulümdür ve ayrıca cehalettir ve iman zaafiyetinin bir neticesidir. Nitekim Bediüzzaman (ra) devamında bu hakikati şöyle ifade eder:
“Elhasıl: İnkılâb-ı siyasî [siyasî değişiklik] cihetiyle dininden havf eden [korkan] adamın dinde hissesi, beytü'l-ankebut [örümcek ağı] gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telâşa düşürttürür. Zira, itimad-ı nefsin [kendisine güven hissinin] fıkdanı [yokluğu] ve aczin vücudu cihetiyle saadetini yalnız hükümetin cebinden zannettiğinden, kalbini aklını da hükümetin kesesinden tahayyül eder, korkar.”3
Dipnotlar:
1- E. S. D. E Münâzarât, s. 236.
2- Emirdağ Lâhikası 1, s. 113.
3- E. S. D. E Münâzarât, s. 226.