Dünyayı kendiyle meşgul eden bu Korona, yer küreyi yaşanmaz hale getiren asıl hastalıkların yan sanayi ürünü ve neticesi.
Zira, sabır kahramanına atfen; “Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz.” 1 ifadeleri meselemize ışık tutuyor.
Kâbe, cami, dershaneden ve birbirimizden uzaklaştıran bu virüs, dumura uğramış vicdanlardaki habisin yanında belki de en zayıfı.
Çünkü hâkim olmak isteyen sermaye ve silâh baronları dünyayı Cehenneme sürüklerken, hakir gördükleri ve ayak altında ezdikleri küçük mahlûkların ve masum insanların intikamları yine gözle görülmeyecek derecedeki küçücük bir mahlûktan gelmesi adalet-i İlâhiyenin bir muktezasıdır. Cenab-ı Hakk’ın görünen/görünmeyen askerleri o kadar çok ki; azan insanlığı ancak onlar hizaya getiriyor.
Yani “eşkıya dünyaya hükümdar olmaz” kaziyesine Nemrut’u topal bir sinek, Firavun sarayını karınca misal olduğu gibi, bu gün de küçük bir mikrop bu baronların tahtına aday.
Ancak bu baronlar gidip yerine başkaları gelse de, toplumlara enjekte edilen virüsler mutasyona uğrasa da, zehirlemeler değişmiyor.
Hakimiyetleri uğruna toplumları dizayn etmekte mahirler. Hele ki safdil Müslüman, bahusus siyasal İslâm sevdalı yurdum insanı...
Yukarıdan hangi ürün servis ediliyorsa ertesi gün pazarlarda, sokaklarda; “gördün mü hele bak cemaatler örgütmüş, tarîkatlar pis işlere..” haberler haberlere, algılar algılara derken, salgınlar kuluçkadan çıkıp tuttuğunu enfekte ediyor.
DİSKUR TUZAKLARI
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri faili meçhul cinayetler, terör ve darbeler hiç eksik olmadı. Darbeleri yapanlar belliydi, ancak arka plan hep sisliydi. Faili meçhul cinayetler ise hep derinlerde kaldı.
Anarşi ve terör ise kaos ortamından beslendi ki üstlenilmesi de korku hesabına..
Geçen asırda örgütler seslerini duyurmak için cinayetleri ve terörü üstlenirlerdi. Hattâ adı sanı duyulmamış mahalle kabadayıları bazı cinayetlere ortak olmak isterlerdi ki namları yürüsün. O yüzden falsolu yürüyenlere “adı kulağına değmiş” denirdi.
Şimdilerde ise faili meçhul cinayetleri kafasına göre sevmediği birilerine ihâle etme müteahhitliği piyasada. “Falancalar şunu yaptı, filancalar bunu yaptı” kolaycılığı tabanda da patlama yaptı. Eline gazete, kitap almamış, herhangi bir makale okumamış bir ev kadını bile vebali büyük olan bir tanımlamayı rahatlıkla yapabiliyor. Ne biliyorsun diye sorsan; “diyorlar.” Delil sağlam!
Gerçi “ilim adamı, akademisyen, profesör olmanın yolu bir kaç makale yazmaktan geçer” şartına rağmen hiçbir makalesi olmayan günümüz akademisyenleri ortalıkta, hatta devletin tepesinde dolaşırken bir ev hanımından makale okumasını beklemek de safdillik olsa gerek.
Ancak Türkiye gerçeğini resmetmesi bakımından çok çarpıcı. Zaten sağcısı solcusu okuma oranlarına göre; algılara kurban veya değil. Hattâ okuyan kesim dinden uzakta da olsa (inatçı kesim hariç) inanmıyor. Maalesef ki çoğu dindar kesim okumaya yabanî olduğundan bu sarî hastalığa düçar. Ve böylece kulağa üflenen zehirlemelerle şen’î iftiralar, mahalle dedikodularına malzeme oldu.
Bu sarî hastalık; katlanarak giderken son beş senede pik yapması ve işportaya düşmesi de ayıltmadı. Tuzun kokuştuğu, mızrağın çuvala sığmadığı, zulüm, tehcir, canilerin salıverildiği, suçu sabit olmayanların senelerdir zindanlarda tutulduğu, ağır hastaların ancak tabutla tahliye edildiği bir Türkiye’yi kaybetmek istemeyenlerin kabil-i iltiyam olmayan bir hastalığa tutulduklarını anlamaları da artık zor.
Gelinen nokta da: Bu zulme karşı duranlardan bir kısmı ise başka bir garabetle pandemiden nasibini aldılar. “Ne onlardan, ne bunlardan biz taraf değiliz” diyerek, dolayısıyla zulme taraf oldular.
Nereden bakarsanız muhakemesizlik. Zira, “bîtarafane muhakeme ise; taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir” sözünü, “Sözler”de okuduğumuz halde böyle bir garabette bulunmak, olsa olsa enfekte ve enjekte olmanın başka bir versiyonu.
Velhasıl; bir deli kuyuya bir taş attı, kimse çıkarmaya cesaret edemiyor.
Alman meşhur sözü der ki; “bir yalanı bin kere söylerseniz o yalan, yalan olmaktan çıkar.”
Dipnot:
1. Lem’alar.