Yunanca, “uyku” anlamına gelen kelimeden kaynaklı bir terim şu hipnoz kavramı.
Kişinin, kendi başına başaramadığı veya aşamadığı psikolojik problem ya da bedensel engellilik gibi konularda uzman bir hipnoterapist tarafından, şu “telkin, mekanik güç uygulama, ilaç, ceza ve ödül ve ikna etme” gibi yöntemlerden birisi veya bir kaçı kullanılarak uygulanan bir çeşit tedavi biçimi günümüz Psikiyatrisinde.
Tedavinin temel şartı, hem de şu başarı ve de etki derecesini belirleyen esas sorumluluk ise, hastanın, şu psikoterapistine “mutlak güven” duyması, ona tam inanması, kayıtsız şartsız ona itaat etmesi, buna bağlı olarak, onunla ilgili doğabilecek “olumsuz” şu düşünceleri kafasından ve de duygusal anlamda kalbinden silmesi.
Tabii ki, takdir edersiniz ki, bu yazının asıl amacı size şu “teknik bilgi” vermek değil…
Asıl konumuz, “psikososyal anlamda hipnoz” kavramının nasıl uygulandığı ve sonuçları ile ilgili olsa gerek.
Dr. Mustafa Mutlu’nun, “Vietnam’dan Körfez’e Savaşlarda Kamuoyu Oluşumu” adlı bir kitabı, çalışması vardı, epey bir zaman öncesinde okuduğum. ABD’nin, CNN aracılığı ile, bu anlamdaki şu “toplumsal hipnoza” gösterilebilecek en iyi bir örnek olarak, Körfez Savaşı öncesinde, Amerikan kamuoyunun nasıl da şu basın yayın, özellikle de şu televizyon, onun özelinde de asıl, sözüm ona, ülkedeki en ciddi ve de realist haber kanalı addedilen şu CNN kanalı aracılığı ile toplumun, kamuoyunun nasıl manipüle edildiği, nasıl bir çeşit beyin yıkama taktiği ile her akşam her akşam şu “önceden kurgulanmış” aynı konu ve aynı görüntüler ve aynı vurgular aracılığı ile şu halkın, şu kamuoyunun savaşın şu gerekliliğine ve de haklılığına nasıl da “ikna” edildiğini anlatıyordu...
Bu günlerde kitabi tekrar elime alınca, birden, tam da şu çocukluğumuza denk gelen ve şu vizontelenin, yani şu televizyonun henüz, en değerli bir misafir olarak evimizin “en mutena” şu baş köşesini nasıl da aldığı, kapladığı şu yılları hatırladım…
80 İhtilali henüz olmuştu. “İhtilâlin gerekliliği ve de haklılığı” ile ilgili, özellikle de cunta-yı serasker Kenan Evren’in, her gün şu saatler süren, pek sıkıcı, hem donuk, şu heyecandan yoksun, rutin, psikolojik şu bombardımanına ister itemez maruz kalırdık çocuk olaraktan… Elimiz kolumuz mahkûmduk, çünkü alternatifimiz yoktu. Zira tek bir kanal vardı izlenebilinecek, o da TRT. Hem de sadece şu siyah, bir de beyaz…
Bugün, şu günümüzde onlarca televizyon kanalı olmuş da, şu durum değişmiş, acaba farklı mı olmuş!?
Benim gözlemim, hâlen bu “toplumsal hipnozumuz” devam etmekte olduğu. Şu “hayaliyle tefekkür, hem de gözüyle taakkul eden” vatandaşımız, yani şu halkın büyük bir çoğunluğu, yine devletin şu resmî televizyon kanallarını, üstelik de şu etkisini ve de gerçeklik algısını arttıran bol renkli ve HD formatı, 4K gibi pahalı çözünürlüklerde, hem de devletle iç içe geçmiş şu hükûmetin yanlısı, daha doğrusu “sözcüsü” olan kanallarını izleyip, “alternatif yayın yapan” şu kanallara hiç bakmayarak, güya “fikir sahibi” olduktan sonra, büyük bir hararetle, tıpkı fanatik bir futbol taraftarı gibi, sağırcasına, sizinle tartışmaya, hemen de ahkâm kesmeye başlıyorlar… Bunlara karşı en çok kurduğum cümle genelde şu oluyor: “Arkadaşım! Ben, bir konuda sağlam ve de derinlikli bir bilgiye sahip olmadan, o konuda bir ‘iddia’ hem de ‘görüş’ sahibi olmaktan Allah’a sığınırım, sizlere de ‘şiddetle’ tavsiye ederim…”
Ve buradan, hemen benim zihnime, Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursî’nin Sünûhât’ındaki, Avrupa’yı tarif edekenki, işte tam yüz yıl öncesindeki şu enfes tahlili düşüyor.
“Biz müteharrik-i bizzât değiliz. Bilvasıta müteharrikiz. (Bu anlamda) O (tv kanalları ve bilumum şu medyası) ‘tenvim’ ile ‘telkin’ eder. Biz ‘kendimizden hayal edip’, ‘asammâne (sağırcasına) tahribimizde’ eser-i telkini icra ederiz…”