Menemen Hâdisesinin bir yalancı taklidini yapıp, millete dehşet verip, serbestî kanunları kolayca tatbik etmek desisesiyle hükûmeti iğfal ederek, güya “Hükûmetin serbestî kanunlarını kabul ettirmesine yardım ediyoruz” entrikasıyla, beni Barla’dan Isparta’ya cebren celb ettiler. Baktılar, ben öyle fitnelere alet olamıyorum ve öyle her cihetçe vatana, millete, dine zararlı olan akim teşebbüslere hiçbir meylim yoktur anladılar ki; o vakit, plânlarını değiştirdiler. Benim beğenmediğim bir şöhret-i kâzibemden istifade edip, hiç hatır ve hayalimize gelmeyen entrikalarla başımıza Menemen hâdise-i mazlûmesinin bir mevhum taklidini geçirdiler. Hem millete, hem hükûmete, hem masum, mevkuf birçok efrad-ı millete büyük zarar verdiler. Şimdi yalanları meydana çıktıkça, kurdun keçiye bahane bulması nev’inden bahaneleri bulup, memurîn-i adliyeyi şaşırtmak istiyorlar. Adliye memurlarının bu meselede çok dikkate ve ihtiyata muhtaç olduklarını müdafaa-i millîye hukukum noktasında hatırlatıyorum. Asıl ittiham edilecek onlardır ki, hükûmetin bazı erkânına dalkavukluk edip ve sahtekârlıkla, bir yalancı cemiyet maskesi altında, bazı safdil masumları, bîçareleri tehyîc ederek küçük bir hâdise çıkarır; sonra şeytan gibi habbeyi kubbe gösterip, hükûmeti şaşırtır, çok masumları ezdirir, memlekete büyük zarar verir, kabahati başkalara yükler. İşte bu meselemiz aynen böyledir.
B.S.N. Tarihçe-i Hayatı, Eskişehir Hayatı, s. 243
LÛGATÇE:
erkân: Temel azalar, önemli kişiler.
hâdise-i mazlûme: Zulüm yoluyla gerçekleşmiş hadise.
iğfal: Aldatma.
memurîn-i adliye: Adliye memurları.
mevhum: Vehmî, gerçekte olmayan, kuruntulara dayanan.
mevkuf: Tutuklu.
müdafaa-i millî: Millet müdaafası, millete ait ve milleti ilgilendiren müdafaa.
serbestî: Hürriyetle ilgili.
şöhret-i kâzibe: Yalancı şöhret.
tehyîc: Heyecana getirme.
***
Risale-i Nur’dan Cezaevi Mektupları
Hayat, bu kâinat tezgâhında öyle bir istihale makinesidir ki…
(Dünden devam)
• Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı a’zamında öyle bir istihale makinesidir ki, mütemadiyen, her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakkî veriyor, nurlandırıyor. Ve zerrat kafilelerine güya hayatın yuvası olan her ceset, o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mektep, bir kışladır. Âdeta Zat-ı Hayy ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla, bu karanlıklı ve fânî ve süflî olan âlem-i dünyayı latifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâkî bir âleme gitmeye hazırlattırıyor.
• Hem hayatın iki yüzü, yani mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir. Onun için, perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını aşikâre göstermek için, sair eşya gibi zâhirî esbabı, hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahlûktur.
• Hem hayatın hakikati, altı erkân-ı imaniyeye bakıp manen ve remzen ispat eder.
Yani,
- hem Vacibü’l-Vücud’un vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini,
- hem dâr-ı ahireti ve hayat-ı bâkiyesini,
- hem vücud-u melâike,
- hem sair erkân-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-i nuraniyedir.
(Devamı var)
Lem’alar, Otuzuncu Lem’a (Eskişehir Hapishanesi’nin Bir Meyvesi), Beşinci Nükte, s. 628
LÛGATÇE:
dest-i kudret-i Rabbaniye: Cenâb-ı Hakk’ın kudret eli (mecaz).
erkân-ı imaniye: İman esasları.
esbab: Sebepler.
istihale: Dönüşüm, başka bir hale dönüştürme.
melekût: İç yüz.
remzen: İşaret yoluyla.
süflî: Aşağı, mertebece düşük.
terakkî: İlerleme, gelişme.
zâhirî: Dış yüzdeki, görünüşteki.
Zat-ı Hayy ve Muhyî: Ezelî ve ebedî hayat sahibi ve bütün canlılara hayatı veren Cenâb-ı Hak.
zerrat: Zerreler, atomlar.