Makam-ı iddia, Risale-i Nur’un içtimaî derslerine ilişmek fikriyle, “Dinin tahtı ve makamı, vicdandır; hükme, kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimaî keşmekeşler olmuştur” dedi.
Ben de derim ki:
“Din, yalnız iman değil; belki, amel-i salih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarap gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men etmek için yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfî gelir mi? O halde her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur, amel-i salih noktasında, iman cânibinden, herkesin başında her vakit bir manevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlâhîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.”
Hem, makam-ı iddia bir risalenin güzel ve fevkalâde kerametkârane bir tevafukunun imza edilmesiyle “bir cemiyet efradı” diye manasız bir emare beyan etmiş. Acaba esnafların ve hancıların defterlerinde bulunan bu nevi imzalara cemiyet ünvanı verilir mi? Eskişehir’de aynı böyle bir vehim oldu. Cevap verdiğim ve Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesini gösterdiğim zaman taaccüble karşıladılar. Eğer mabeynimizde dünyevî bir cemiyet olsaydı, bu derece benim yüzümden zarar görenler, elbette kemal-i nefretle benden kaçacak idiler. Demek nasıl ben ve biz, İmam-ı Gazalî ile irtibatımız var, kopmuyor; çünkü uhrevîdir, dünyaya bakmıyor. Aynen öyle de, bu masum ve sâfî ve hâlis dindarlar, benim gibi bir bîçareye iman derslerinin hatırı için bir kuvvetli alâka göstermişler. Ondan bu asılsız, mevhum bir cemiyet-i siyasiye vehmini vermiş.
Son sözüm: Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl. [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmran Sûresi: 173.)]
Mevkuf, haps-i münferidde
Said Nursî
B. S. N. Tarihçe-i Hayatı, Denizli Hayatı, s. 429
***
Risale-i Nur’dan Cezaevi Mektupları
İnsanın her bir cihazı, bir âlemden haber veriyor
(Dünden devam)
Hem insan, nasıl ki hayat-ı camiasıyla Zat-ı Zülcelâl’in sıfât ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i esmasına bir fihristedir ve şuurlu bir âyinedir ve hakeza çok cihetlerle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a âyinedarlık eder. Öyle de, insan şu kâinatın hakaiklerine bir vahid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır. Meselâ, kâinatta Levh-i Mahfuzun gayet kat’î bir delil-i vücudu ve bir numunesi, insandaki kuvve-i hafızadır. Ve âlem-i misalin vücuduna kat’î delil ve numune, kuvve-i hayaliyedir. (HÂŞİYE) Ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve numunesi, insandaki kuvvelerdir ve latîfelerdir. Ve hakeza, insan, küçük bir mikyasta, kâinattaki hakaik-ı imaniyeyi şuhud derecesinde gösterebilir.
HÂŞİYE: Evet, nasıl ki insanın anasırları kâinatın unsurlarından; ve kemikleri taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcarından; ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, arzın çeşmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar, delâlet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de, insanın ruhu âlem-i ervahtan; ve hafızaları Levh-i Mahfuz’dan; ve kuvve-i hayaliyeleri âlem-i misalden; ve hakeza her bir cihazı bir âlemden haber veriyorlar ve onların vücudlarına kat’î şehadet ederler.
(Devamı var)
Lem’alar, Otuzuncu Lem’a (Eskişehir Hapishanesi’nin Bir Meyvesi), Altıncı Nükte, s. 658