Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumîyeyi perişan ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:
Ey gazeteciler! Edipler edeplí olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle, yâni taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira; elif bâ okumayan çocuğa felsefe-i tabîiye dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libâsı yakışmaz: Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın ihtilâfı, mekânların ve aktârın tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yı hali düşünmemekten çıkar.
Ben ki ümmî bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalâtalı ve ağrâzlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim.
Divan-ı Harb-i Örfî, s. 25
***
Bildiğime göre, edipler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edep böyleyse ve efkâr-ı umumî böyle karma karışık olsa, şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında, yani, Başit başındaki ecram ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.
Muarrâdır fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,
Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ.
Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden,
Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ.
Divan-ı Harb-i Örfî, s. 51
LÛGATÇE:
nâşir-i ağrâz: Kasten söylenen kötülükleri yayan.
kıyas-ı fâsid: Bozuk kıyas, yanlış kıyas, yanlış karşılaştırma.
efkâr-ı umumîye: Halkın, umûmun düşüncesi, genel düşünce, kamuoyu.
müteeddip: (a.s. edeb’den.) Edeplenen, edeplenmiş, edep öğrenen, terbiye olunan.
kalb-i umumî-i müşterek-i millet: Milletin ortak olan umumî kalbi, ortak duyguları.
bîtarafane: Tarafsızca.
matbuat: Basılmış şeyler, kitaplar, gazeteler...
nizamname: (a.f.b.i.) Kanunların uygulanması konusunda ayrıntılı noktalar ihtiva eden ve bakanlar kurulunca kararlaştırılan kaideler bütünü, tüzük, resmî hükümler.
hiss-i diyanet: Din duygusu.
niyet-i hâlisa: Samimî, ihlâslı niyet.
garaz: (a.i. ç. agrâz.) 1- Hedef, gaye, istek, meyil, maksat. 2- Kötü kasıt, düşmanca niyet, kin.
fikr-i intikam: İntikam fikri.
libâs: Elbise.
akvâm: Kavimler, milletler.
aktâr: Taraflar, yanlar, her taraf.
tehâlüf: (a.i. hulf’ten. ç. tehâlüfât.) 1- Birbirine zıt olma, muhalif olma. 2- Birbirine uymama.
tatbik-i nazariyat: İlmî görüşlerin ortaya konması, uygulanması.
muktezâ-yı hal: Halin gerektirdiği.
cerbeze: Aldatıcı sözlerle kurnazlık, ayyarlık etmek, demagoji.
mugalâta: 1- Yanıltıcı söz söyleme, yanıltıcı konuşma. 2- Safsata, ağız kalabalığı.
ağrâz: (a.i. garez’in ç.) 1- Maksatlar, niyetler. 2- Gizli kinler, garezler.
ecram: (a.i. cirm’in ç.) 1- Kütleler, cirmler. 2- Cansız cisimler. 3- Ruhu olmayan şeyler. 4- Gezegenler.
elvâh-ı âlem: Kâinâtın manzaraları, evrenden görüntüler.
muarrâ: (a.s. ury’dan.) 1- Çıplak, soyulmuş. 2- Soyunuk, ârî, müberrâ. 2- mec. Temizlenmiş, arınmış.
şeyn-i temennâ: Beklenti noksanlığı, beklenti eksikliği; yapılanın karşılığını alamama.
dâd-ı ezel: 1- Ezeli adâlet, doğruluk. 2- Ezeli ihsân, lütuf.
zîr: Alt, aşağı.
bâlâ: Yüksek, yukarı, yüce, üst.
istiğnâ: Yüz çevirip bakmama. Çekinme.
neşve-i ümit: Ümit sevinci.
tûl-i emel: Dünyaya ait işlere karşı gösterilen aşırı arzu, istek.
vuslat-ı Leylâ: Leyla’ya kavuşmak.