Ramazan-ı Şerifin orucu nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşâne muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem, ne kadar zayıf ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemutâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem, kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlık’ını unutur. Hem, netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez, ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır eğer gaflet kalbini bozmamış ise!
Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektub, İkinci Risale, s. 472
LÛGATÇE:
ahlâk-ı seyyie: kötü ahlâk.
Hâlık: yaratıcı, Allah.
hayat-ı uhreviye: ahiret hayatı.
ihsas: hissettirme.
kemâl-i şefkat: tam bir şefkat.
lâyemutâne: ölmeyecekmişçesine.
mütemerrid: inatçı.
serkeşâne: dik başlı tarzda, inat edercesine.
şedid: şiddetli.
tahayyül: hayal etme.
tama’: açgözlülük.
tehzib-i ahlâk: ahlâkı düzeltme, ıslah etme.
zeval: son bulma.
***
Risale-i Nur’dan Cezaevi Mektupları
Hastalar Risalesi de musibetimize devâdır
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Ben bu fecirde her birinize karşı tam bir acımak hissettim. Birden, Hastalar Risalesi hatıra geldi, teselli verdi.
Evet, bu musibet dahi içtimaî bir nevi hastalıktır. O risaledeki ekser imânî devâlar, bunda da vardırlar. Hususan Erzurum’daki mübarek hastaya söylediğim gibi, bu saatten evvel bütün musibet zamanının elemi gitmiş; hem sevabı, hem hayrı, hem dünyevî ve uhrevî ve imânî ve Kur’ânî faydaları kalmış. Demek o geçici bir tek musibet, daimî ve müteaddid nimetlere inkılâb etmiş. Gelecek zaman ise şimdilik yok olmasından, onda devam edecek musibetin şimdilik elemi yok. Tevehhüm ile yoktan elem almak, rahmet ve kader-i İlâhiyeye itimadsızlıktır.
Saniyen: Şimdi zemin yüzünde ekser beşer; maddî ve manevî kalben, ruhen, fikren musibetler ile giriftardır. Bizim musibetimiz, onlara nisbeten hem gayet hafiftir, hem kârlıdır; hem kalp, hem ruh için, hem iman, hem selâmet ve sıhhat lezzetleri var.
Salisen: Bu fırtınalarda buraya girmeseydik, vehham memurların temasında bu hafif musibet ağırlaşmış olacaktı ve onlara karşı tasannu ve dalkavukluk etmek belâsı olacaktı.
Rabian: Bu işsiz ve muzaaf maddî ve manevî kışta, Medresetüzzehra’nın bir dershanesi olan bu Medrese-i Yusufiyede, öz kardeşten daha müşfik çok hakikî dostlarını ve mürşid gibi uhrevî kardeşleri gayet ucuz ve az masrafla görmek, ziyaret etmek ve onların hususî meziyetlerinden istifade etmek ve şeffaf şeylerde sirayet eden nur ve nuranî gibi hasenelerinden, manevî yardımlarından, ferahlarından, tesellilerinden kuvvet almak cihetinde, bu musibet, şeklini değiştirir; bir nevi inayet perdesi hükmüne geçer. Evet, bu gizli inayetin bir latif zarafetidir ki, bütün buraya gelen Risale-i Nur Talebelerine “hocalar” namı verilmiş. Herkes, lisanında “Hocalar, hocalar” diye hürmetle yad ediyorlar. Bu zarafet içinde latif bir işaret var ki; bu hapis medreseye döndüğü gibi, Risale-i Nur Şakirdleri dahi birer müderris, muallim. Ve sair hapishaneler de, bu hocaların sayesinde, inşaallah birer mektep hükmüne geçeceklerdir.
Şualar, On Üçüncü Şua (Denizli Hapsi mektupları), Mektup No: 32, s. 344
LÛGATÇE:
fecir: sabah namazı vakti.
içtimaî: sosyal.
tevehhüm: kuruntu etme, gerçekte olmadığı halde varmış gibi kabul etme.