"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bandrol ve devlet tekeli, saçmalığın daniskası

11 Eylül 2014, Perşembe
Prof. Dr. Ferhat Kentel, Yeni Asya’nın “Risale-i Nur eserlerine 5 aydır bandrol verilmemesine ve kanunla eserlerin devlet tekeline alınmak istenmesine yorumunuz ne olur?” sorusuna şu cevabı verdi: “Vallahi bu saçmalığın daniskası. Sen kim oluyorsun da bir sürü tekeli kırarken herhangi bir kitabı tekeline alıyorsun? Devlet benim kitap yayınlama hakkımı elimden alamaz. Ama işte devlet biraz da böyle birşey ve Erdoğan da elini verdi, kolunu kurtaramıyor artık.”

Bandrol ve devlet tekeli, saçmalığın daniskası

PROF.  DR. FERHAT KENTEL:  Vallahi bu saçmalığın daniskası. Sen kim oluyorsun da bir sürü tekeli kırarken herhangi bir kitabı tekeline alıyorsun? Devlet benim kitap
yayınlama hakkımı elimden alamaz. Ama işte devlet biraz da böyle bir şey ve Erdoğan da elini verdi kolunu alamıyor.

PROF. DR. FERHAT KENTEL: Kemalist eğitim hepimizi tahrip etti

—DÜNDEN DEVAM—

30 Mart yerel seçimler öncesi internete bir çok tape (ses kaydı) sızdırıldı, bunlardan biri de sıfırlama ses kaydıydı ve TÜBİTAK bunun sahte olduğunu açıkladı. Siz bunların montaj olduğunu düşünüyor musunuz?


Bu söyleyeceğim bilimsel bir bilgi değil, ama evet, ben onların neredeyse hepsinin doğru olduğunu düşünüyorum. Bir takım kurmaca şeyler de olmuş olabilir, ama bence doğru onlar. Ama şundan da emin değilim. Kim kaydetti bütün bunları? Meselâ şimdi en son Alman istihbaratının Türkiye’yi dinlediğinden falan bahsediliyor.

Süleyman Şah Türbesiyle ilgili planların yapıldığı gizli toplantının ses kayıtları da sızdırılmıştı.

Bütün bunlar aslında bu devletin ne kadar zafiyet içinde olduğunu, ne kadar berbat ilişkilerinin olduğunu gösterir. Kimin eli kimin cebinde belli değil…

Bunca yaşananlara rağmen AKP yine istediği sonucu aldı ve Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildi. Yaşananların halkta farklı yankılanmasının sosyolojisini nasıl okuyorsunuz?

Bunun 2 tane okuma ekseni var gibi görünüyor. Bir tanesi korkular ve travmalarla ilgili kısım. Hepimiz bu devletten tokat yedik. Kibirli bir devlet bu, bizi beğenmeyen, Müslüman olduğunuz için, Kürt olduğunuz için ve saire sürekli sizi aşağılayan. Onu unut, bunu yapma şöyle giyin böyle giyinme diye sürekli ders veren, başörtülü kızları üniversite kapılarından sokmayan, işkence eden, fişleyen falan bir devlet. Sonuç olarak ilk defa dili benim dilime benzeyen – Toplumun çoğunluğunu düşünerek söylersek- benim Müslümanlığım ve muhafazakârlığımla derdi olmayan bir yönetim benim içimden çıktı. Devrim biraz böyle bir şey, insanların kendinden bir şey bulabildikleri bir parti bu. Şimdi, bütün bu devlet içindeki kavgada benim almış olduğum tavır esas olarak asla geriye dönmemek. O hakaretlere maruz kaldığım, adam yerine konmadığım dönemlere geri dönmek istemiyorum. Dolayısıyla bu yeni insanlar Ak Parti’nin elitleri, seçkinleri... Kim olursa olsun kendilerinin eskiye dönmesini sağlayacak bir grup olarak görüyor. Dolayısıyla şu lâflar ediliyor: “Aman yaptıysa yaptı yolsuzluğu, ben oyumu yine de ona vereceğim” Hatta şu bile deniyor: “Gözlerimle görsem bile inanmayacağım.” Bu neyi gösteriyor? Bağlanmak. O zaman burada çok sosyopsikolojik bir süreç işliyor. Ben kendimi sonuna kadar özdeşleştiriyorum Erdoğan’la. Erdoğan da zaten sonuna kadar bunu yaptı, yani bütün o seçim politikaları Ak Parti politikaları değildi meselâ. Erdoğan politikasıydı. Neredeyse bir tür ‘Erdoğancılığın’ kutsal hâleler hâlinde yansımalarıydı. “Kardeşinizim ben” derken aslında kitleleri kendiyle özdeşleştiren bir retorik kullandı. Mitinglerden mitinglere koştu, canı çıktı, sesi kısıldı, ama yine meydanlardan vazgeçmedi. Bu biraz da dinselleşmiş bir politika, politik meydanlar artık bir tür yeni dinsel ritüeller. Erdoğan karizmayla, kişi kültüyle bunu sağladı, nasıl sağlandı? İşte bir yandan Atatürk tasfiye edilirken, Atatürk çünkü hayatımızda inanılmaz büyük bir yeri dolduruyordu…

“Yeni Atatürk’ünüz benim” mi demek istiyor?
 
Aynen öyle. Böyle bir şeyi “hâşâ” demek istemez tabiî, ama insanların kafalarında muhtemelen bu dolaylı olarak böyle algılanıyor, bunlar reklâm ve halkla ilişkiler stratejileri işte, çağrıştırmak.

Ama Kemalistlerden oy almıyor ve almayacak ki, neden yapıyor bunu?

Olsun, fark etmez. Yeni bir kurtarıcı... Biz Atatürk’ün kurtarıcı olduğunu nasıl öğrendik? İstanbul işgal altındayken ‘o’ Samsun’a çıktı, halkı birleştirdi. Benzer bir durum. Mantık şu: Biz Samsun’a çıkmanın kutsal olduğunu biliyoruz ve şimdi Samsun’a kendi adamımızı çıkarıyoruz. Özetle; Atatürk terk-i diyar ederken, ortaya çıkan boşluğu Erdoğan dolduruyor. Dolayısıyla bu kadar kült birine insanların destek olması gayet normal geliyor. Ama şunu da unutmayalım, % 50 oy veriyor diyoruz, ama % 50 de oy vermiyor Erdoğan’a. Toplum neredeyse Erdoğan’ı sevenler ve nefret edenler diye 2’ye ayrılmış durumda. Bu çok bölünmüş bir toplum profili. Hep denir ya Erdoğan çatışmalardan kazanıyor diye. E özellikle yapıyor bunu zaten. Bunu yaparken şunu garantiliyor: “nasıl olsa seçmenin yarısı bana oy verecek.”

İslâmî cemaatlerin AKP öncesi ve sonrası durumunu kıyaslayacak olursanız ne gibi çözümlemelerde bulunursunuz?

Bu da çok ilginç konulardan bir tanesi gerçekten. Çünkü bu toplum bu zamana kadar her türlü kutuplaşmayı yaşadı, Alevî - Sünnî, Sağcı - Solcu, Laik - Dindar vs. ama bunlar hep zıt kutuplardı. Şimdi ilk kez Müslümanlar kendi içinde kutuplaştılar. Ben mahallemden biliyorum, Rizeli bir bakkal, Rizeli bir marangoz, ikisi de dindar yani abdestinde-namazında cami insanı bunlar. Birisi Ak Parti’ye oy veriyor, “başka çare yok, en iyisi bu” diyerek. Öbürü Ak Parti’den nefret ediyor. Bunlar “beyaz Türk, eski rejimin adamları” falan değil. Muhafazakâr, ortalama Türk vatandaşları dediğimiz insanlar.
Sanırım yaşadığımız dönem Müslümanları da böldü. Aynı zamanda tabi cemaatleri de böldü. Bir de örneğin Fethullah Gülen cemaatini marjinalize edip devletin, bürokrasinin içinden atmaya çalışırken öte yandan adama da ihtiyacınız var ve sizin öyle çok da fazla yetişmiş elemanınız yok, bir devleti komple elinizde tutacak kadar. Dolayısıyla başka cemaatlerden, başka tarikatlardan ya da başka Nur gruplarından kadrolar ikame ediyorsunuz. Bunu da yaparken tabi devletten pay veriyorsunuz, ama tabi cemaatlerin devlet işlerine çok karışmaktan ötürü, tevazu içeren, toplumun içinde insanların Müslümanlaştırılması gibi bir derdi olan gruplar olmaktan çıkıp devletin araçları haline gelecekler diye korkarım, Gülen cemaatinde olduğu gibi…
 

Seneye 1915 olaylarının 100. yılı. Ermeni meselesinin neresindeyiz?

Galiba 2 düzeyde cereyan ediyor olay. Bir tanesi devlet düzeyinde. Orada ağır-aksak da olsa bir ilerleme söz konusu, Başbakanlık tarafından yayınlanan tâziye mesajı vs. ile devletin gündemine alındı artık bu. Öte yandan tabî beklenmedik durumlar ortaya çıkıyor, “hepimiz Türküz” dedirtilirken Kürtler oradan çıkıyor ve ‘Hayır biz Kürdüz’ diyor.
Düşünsenize en büyük tabular temelden sarsılıyor. Ermeni meselesinin farkı şu; esas olay dışarıda cereyan ediyor. Ama yine de nasıl ki İslâm ve Kürt meselelerinde devletin tabuları kırıldı, parçalandı. Ermeni meselesinde de kırılacak bence. Ama devlet hâlâ korkuyor, o kusursuz, mükemmel, tertemiz bir tarihe sahip olduğu iddia edilen / inanılan bir devletin aslında ne kadar günahkâr olduğunun ortaya çıkmasından endişe ediliyor.
İkincisi de toplum düzeyi: Toplum dediğimiz yapı da insanlar karmaşası. Burada, o dönemde yaşanan olaylar, karşılıklı katliâmlar falan koskoca bir Türkiye kasabasının sırrı haline gelmiş. Herkesin bildiği, ama hiç kimsenin konuşmadığı bir sır bu. Konuşulmadığı sürece de unutuluyor. Yokmuş gibi davranılıyor. Bir gün bu konular açılacak olursa da tüm söylenenleri kategorik olarak reddediyorsunuz. Göçler olmuş, insanlar tehcirlere zorlanmış ve sonra o boşalan evlere / köylere getirip başkalarını yerleştirmişsiniz. Meselâ TC Tapu-Kadastro kayıtları tam bir kutsal tapınak gibidir ve çok gizlidir. Çünkü orada dünya kadar Ermeninin, Rumun vb. tapu kayıtları duruyor. Ama her şeye rağmen temizlenmeye, yüzleşmeye hazır insan sayısı eskiye oranla çok çok fazla, bunu görüyoruz. 

Son yazılarınızın birinde “Vesayet 2007’de bitmemiş miydi?” diye soruyorsunuz ve ‘Eski Türkiye’ dönemlerinin içine Abdullah Gül’ün 7 yıllık cumhurbaşkanlığı döneminin de konulmasını eleştiriyorsunuz, neden?

Eleştiriyorum, çünkü eşi başörtülü olan bir cumhurbaşkanının Çankaya Köşküne çıkması inanılmaz sembolik bir hareketti aslında. Bu artık askerî vesayetin ve Kemalist yapıların direnemediğinin göstergesiydi. Vesayet rejimi sembolik olarak o gün yıkıldı zaten. Dolayısıyla son cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra yeni bir şey olmadı aslında. Sadece Abdullah Gül’ün yerine Erdoğan geldi.
Müslümanlığı abartıyoruz bazen, kimliklerimizde İslâm yazması bize otomatik olarak bir şey kazandırmıyor. Böyle bir şey yok. Hayatlarımızı sadece ahlâkî bir takım kurallara göre mi yönetiyoruz? Yoo. Çıkarlarımız, korkularımız falan eşliğinde ne olacaksak oluyoruz. Bu konuda da açıkçası Türkiye’nin yaşadığı modernleşmeyi ve özellikle kapitalistleşmeyi gerçek anlamda ilk defa şimdi yaşıyoruz ve Müslümanlar da entegre oldular bu sürece. Müslümanlar da kapitalizmin bir parçası oldular. Büyüme anlayışı meselâ. ‘Bir zamanlar buralar patates tarlasıydı’ diyor adam. ‘Bak şimdi ne güzel gökdelenler doldu’ diyor. Özetle bizler, artık Müslüman olmaktan da ziyade moderniz ve kapitalistiz. O yüzden aslında Erdoğan’a, AKP’ye oy versin-vermesin hepimiz aslında çok benzer bir yerdeyiz. Ulusal çıkarlar, büyümek, güç ilişkileri, güçlü olmak. Bu kelime işte. ‘Bırakın, ben güçlü olmak istemiyorum’ niye diyemiyoruz biz? Müslüman her şeyden önce tevazu sahibi olmalı. Bu dünyadaki hiçbir ‘put’a teslim olmamalı. E biz binalara teslim oluyoruz, tüketime teslim oluyoruz, reklâmlarla yaşıyoruz, parayla yaşıyoruz v.s. E! Müslüman olmak bu değildi. Sonuçta Müslümanlık dediğimiz kavram kitâbî bir söylem ve teorik bir tanım olarak kaldı.

12 Eylül 2010 referandumunda ‘Yetmez, ama evet’ diyen aydınlardan biriydiniz. Ergenekon-Balyoz sanıklarının tâhliye edildiklerini okurken ya da dinlerken neler hissettiniz?

Valla nasıl diyeyim, bir tür mezardan çıkan hayaletler gibi bir şey böyle. Hrant’ı öldürmüşler, Rahip Santora cinayeti olmuş, Malatya olmuş… “Eski Türkiye” falan gibi lâflar kullanılıyor… Ya bu eski Türkiye, karşı devrim lafları falan aslında çok devrimci retoriklerdir. Kemalizm için örneğin, Adnan Menderes ve Demokrat Parti karşıdevrimdir. Erdoğan için de aslında bütün bunlar “eski Türkiye”nin hareketleri, karşıdevrimci hareketlerdir bunlar. Fakat ilginç bir şekilde karşıdevrimi hortlatan bizzat kendisi oldu. Dolayısıyla şöyle bir şey çıkıyor benim karşıma: Bu işte tek vatan, tek bayrak, tek millet gibi jargonlarla düşündüğünüz zaman Fethullah Gülen gibi kendi kardeşini, kendi devrim kardeşini yok ederken devlet içinde yeni bir takım ittifaklar, yeni koalisyonlar kuruluyor. Oranın da detaylarını bilmeye imkân yok tabiî. Ama dolaylı olarak yorum yaptığım zaman o “yeni Türkiye, yeni Türkiye” diye anlatılan şey aslında çok da yeni bir Türkiye olmaktan çıktı artık. Devrim basbayağı, eski rejimi, işte Kemalizm’i, işte bütün o devletçi mantığıyla, devlet gibi düşünmek mantığıyla yeniden devam ettiriyor…

TÜİK’in açıkladığı son verilere göre “bonzai” kullanım yaşı 11’e kadar düşmüş. Bu sentetik uyuşturucunun gençler arasında hızla yayılmasının sebepleri ve çözüm yolları nedir?


Böyle çok yönlü bir konu birkaç kelimeyle nasıl anlatılır bilmiyorum, ama galiba asıl neden umutsuzluk, korkular. Yalnızlaşmak ve kendini var etmek için insanların başvurduğu bir kaçış gibi. İnsan sonuçta sosyal bir varlık, etrafıyla iletişim kurmak, güçlü bağlar geliştirmek istiyor, ama sistem, ‘Ne yaparsan yap kazan’ diyen bir yapı üzerine kurulu.

Gençler neden umutsuz?

Çünkü güçlü değiller. Toplum sizden güçlü olmanızı istiyor ve asla o kadar güçlü değilsiniz. Olamazsınız da. En fazla bilgisayar oyunlarında rakiplerinizi yeniyorsunuz falan, gücünüz orada. Hayatın içinde gerçek bir gücünüz yok. Güçlü olabilmeniz için çok para lâzım. Bu da mümkün olmayınca hiç olmazsa geçici bir süre hayal âlemine dalmak istiyor olabilirler ya da bütün bunlardan bir süreliğine uzaklaşmayı arzuluyor da olabilirler.

Başörtüsü konusunda özgürlük sağlandı denilirken “emniyet, ordu ve yargı” gibi üniformalı mesleklerde yasağın hâlâ sürüyor olmasını nasıl açıklayabiliriz?

Galiba hâlâ, zaman zaman varlığını hissettiren Kemalist reflekslerle kavgayı göze almak istemiyor ya da bu meseleyi ilkesel bir mesele olmaktan ziyade güç ilişkileri içinde değerlendiriyor. Evet aslında Erdoğan ve arkadaşları başörtülü bir hayatı hâyâl ediyor. Ama Erdoğan esas olarak erkek bir politikacı ve kadınları gerçekten anlayabilen bir insan değil aslında. Ataerkil ve eril biri. Tam bir baba. Gabriel Garcia Marquez’in  romanlarında vardır böyle karakterler, ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’ kitabında örneğin. İşte Erdoğan öyle birisi. “Başkan Baba” olmak isteyen biri. Gayet totaliter de aslında bu anlamda, Stalin gibi… Stalin de halkların babasıydı çünkü onlara hep ders verirdi, çocukların başını okşar, “şöyle yapın böyle yapın” diye yol gösterirdi. Erdoğan bu anlamda bu tarz liderlerle çok rahat bir arada anılabilecek liderlerden bir tanesi. Ama bütün bu güce rağmen bekliyor, çünkü işin içinde güç ilişkileri var. Bu ilişkilerin sonunda kendisinin kazanması lâzım, bunun hesaplarını yapıyor. BDP’nin bundan birkaç sene önce verdiği bir soru önergesi vardı örneğin, başörtüsünün serbest bırakılması için. Niye kabul edilmedi bu? Çünkü ‘Burası benim çiftliğim, sen bu alanda oynayamazsın’ diyor. Politika bu işte, ama hayat hep bu kadar reel politik olmak zorunda mı, niye hep takiye yapmak zorunda kalıyoruz...

Erdoğan takiyeci mi peki?...

Takiyeci tabiî, hep takiyeci oldu zaten. Ama bu toplumda birçok insanın da olduğu gibi. Herkes bir şekilde takiye yapıp duruyor yani.

Risale-i Nur eserlerine 5 aydır bandrol verilmemesine ve çıkarılacak bir kanunla, eserlerin devlet tekeline alınmak istenmesine yorumunuz ne olur?
 
Vallahi bu saçmalığın daniskası. Sen kim oluyorsun da bir sürü tekeli kırarken herhangi bir kitabı tekeline alıyorsun? Devlet benim kitap yayınlama hakkımı elimden alamaz. Ama işte devlet biraz da böyle bir şey ve Erdoğan da elini verdi kolunu alamıyor.

— SON —

Ekrem Özden
[email protected]
EkremOzden86

Okunma Sayısı: 3287
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Hasan muharremokur

    11.9.2014 01:02:00

    Ekrem kardeşim tebrik ederim

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı