"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Demirel generalleri almak istedi, Sunay engelledi

22 Aralık 2016, Perşembe
Ulaştırma, Bayındırlık ve İskân eski Bakanı Av. Yaşar Topçu: 12 Mart muhtırasını veren komutanları azil kararnamesi için Cumhurbaşkanı Sunay, Başbakan Demirel’e “ben bunu imzalayamam. Bu olay karşısında size yardım ve desteğim olmaz. Bana sorarsanız siz çekilin!” dedi.

Röportaj: Cevher İlhan - Mehmet Kara

43 YIL DEMİREL’İN VE PARTİNİN AVUKATLIĞINI YAPTIM

Merhum Süleyman Demirel’in 43 yıl avukatlığını yaptınız. Uzun yıllar siyasette birlikte mücadele verdiniz. Demirel kabinelerinde Başbakan Yardımcılığı ve bakanlık yaptınız. Demirel’le ilk tanışmanız ve birlikte çalışmanız nasıl oldu?

Demokrat Parti’nin Boyabat ilçesinin kurucu ilçe başkanının oğluyum. Halamın kocası Abdullah Karabina Birinci Meclis üyesidir. Annem Boyabat Belediye Başkanının kızıdır. Ben böyle bir âilenin çocuğuyum. Mensup olduğum Adalet Partisi’nin Çorum Gençlik Kolları il başkanlığı yaptım. Çorum-Kargı’da Adalet Partili demokratları toplayıp ilçe teşkilâtı kurduk. Genç yaşlardan itibaren siyasete ilgim buradan başlamıştır.

1973-74 yıllarıydı. Rahmetli Demirel’le ilk tanışmamız, bir hafta sonu Ankara Çubuk-2 Barajı mesire yerinde Adalet Partisi’nin Çubuk teşkilâtının verdiği yemekte oldu. Ben o günlerde avukatlık yapıyordum. İlçe Başkanı Arif Alat, “Demirel geliyor beraber gidelim” dedi. Partinin faaliyetlerinde hep beraber giderdik. Demirel Ankara milletvekilleri ve sayın Nahit Menteşe ile birlikte geldiler. İlçe Başkanı Arif Alat, “Benim elim ayağım, avukat arkadaşım” diyerek beni tanıştırdı. “Yanıma gel” dedi. Oturduk. Düşüncelerimi sordu, söyledim.

Ziyaretin sonunda Demirel, “Sizden bir ricâda bulunsam, durumunuz müsâit mi?” diye sordu. Ben “Emrediniz, buyurun” dedim. “Genel Merkezde partinin ve benim işlerim yığıldı. Bu işleri götürecek bir arkadaşa, bir avukata ihtiyacımız var. Vaktinizin müsait bir kısmını bize ayırabilir misiniz?” dedi. “Evet” cevabını verince, Nahit Menteşe’ye dönerek “Arkadaş Pazartesi gelsin, ona genel merkezde oda ayarlayın” dedi. Ertesi gün genel merkeze gittim, bana odayı gösterdiler ve yığınla dâvâ dosyasını bana getirdiler. O gün göreve başladım. Vekâletnâme çıkardılar ve dâvâları üstlendik. 43 yıl süren parti ve Demirel’in avukatlığı böylece başlamış oldu. O günden sonra da hiç birbirimizden ayrılmadık.

12 Eylül 1980 askerî darbesinde parti kapandığında, partinin avukatıydım, tek yetkili kişi olarak kalmıştım. Bütün AP’lilere siyaset yasağı geldi, ama tüzel kişiliği temsil ettiğim için bana yasak gelmemişti.

“ŞAPKASINI ALDI GİTTİ” DEMEK BİR SİYASÎ İFTİRADIR

Mâlûm bütün darbeler DP-AP-DYP misyonu silsilesine dayatılmıştır. Bu meyanda demokrasiyi inkıtaa uğratan darbe ve ara dönemlere demokratik direnç ve mücadelesine rağmen merhum Demirel hep itham edilmiştir. Meselâ hâlen insafsızca “Şapkasını aldı gitti” diye karalanmaktadır. Demirel, Türkiye’nin bel kemiği mâkul çoğunluğu infiâle sürüklemeden siyaseti nasıl o bâdireden çekip çıkardı? Demirel’in demokratik direnç ve hukuk mücadelesine, demokratik duruşuna dair şâhit olduğunuz hâdiselerden aktarır mısınız? 

Öncelikle 12 Mart’tan başlayalım. Demirel’in 12 Mart muhtırasından sonra rakiplerinin “Şapkasını alıp gitti” isnadları bir siyasî iftiradır. Bundan daha büyük bir iftira düşünemiyorum.

12 Mart’ta “emir-komuta zinciri” deniliyor. Genelkurmay Başkanı’nın kuvvet komutanlarının imzasını taşıyan bir muhtırayı hep birlikte radyolardan dinledik. Bu muhtıra verilince Demirel Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının derhal görevden alınmasıyla ilgili kararnâmeyi imzalayıp o zamanki Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a gitti. “Bu muhtıra bizim tarafımızdan kabul edilebilir değil, bu demokrasiye ve anayasaya aykırıdır. Bunlarla çalışmaya devam etmemiz mümkün değil, bunları görevden almak istiyoruz” dedi.

Sunay'ın cevabı, “Sayın Başbakan ben bu kararnâmeyi imzalayamam. Bu olay karşısında benim size yardımım ve desteğim söz konusu olmaz. Bana sorarsanız siz görevi bırakın gidin, siz çekilin!” oldu.

Bir ülkenin en tepesindeki kişi, parlamenter sistemde Cumhurbaşkanı, Başbakana destek vermezse, sahip çıkmazsa, Silâhlı Kuvvetlerin yaptığı darbe girişimini Başbakan nasıl defedecek? Başbakanın ayrı bir ordusu ve ayrı bir gücü yok ki. Başbakanın gücü Anayasadan gelir. Anayasa sistemi, hiyerarşisi içerisinde Başbakan bu gücünü Cumhurbaşkanına onaylatarak uygulayabiliyor. Cumhurbaşkanı da “Bunu imzalamam, yapmam” diyor. İstifaya mecbur kalıyor. Buna “Şapkasını aldı da gitti” demek büyük bir iftiradır.

Ayrıca o zaman muhalefet de Başbakan’a sahip çıkacağı yerde aynı Sunay gibi darbecilere sahip çıktı. Ve Demirel’e iftara atarak suçluyorlar. Bunu yapanlar, askerlere bir şey söylemesi gerekirken, Demirel’e bunu söyleyerek, askerleri haklı kılar gibi, yaptıklarını meşrû kılar gibi demokrasi ile bağdaşmayan yanlış bir tavır içine girdiler…

ERGUN PAŞA, KONSEY’E “DEMİREL’İ BEN TUTUKLAYAMAM!” RESTİ ÇEKTİ

Demirel’le dâvâ arkadaşları, darbelere, muhtıralara mâruz kaldı. 12 Eylül darbesiyle Adalet Partisi kapatıldı. Ardından kurulan Büyük Türkiye Partisi de ihtilâl konseyince kapatıldı. Zincirbozan yolunda kurulan DYP’nin yolu vetolarla kesildi. Özellikle 12 Eylül sonrasında Demirel’in demokratik tavrı, demokrasi mücadelesine dair tesbitleriniz nelerdir? 

12 Eylül Darbesinin ardından Hamzakoy’a götürdüler. Oradan döndükten sonra her gün evindeydim. Avukatlığını yaptığım için herhangi bir ters durum olmaması için daima teyakkuzda idik. Bunun için Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı görevini yürüten 4. Kolordu Komutanı Recep Ergün Paşa ve yardımcı hizmetlerini yürüten askerlerle, başta danışmadan adım atmadığı Adlî Müşaviri ile irtibat kurdum.

Bu süreçte en ilginç olaylardan biri şudur: Evren’in başında bulunduğu 12 Eylül Millî Güvenlik Konseyi, Recep Ergun Paşa’dan Demirel’i tutuklamasını, içeri almasını istedi. Recep Paşa’ya, “Siyasî faaliyetleri yasaklanan Süleyman Demirel, siyasî faaliyette bulunuyor. Evinde oturuyor, ama oradan yönlendiriyor; onu al!” emrini verdiler.

Daha sonra ANAP’ta milletvekilliği de yapan Recep Paşa, Konsey’e gayet soğukkanlı bir şekilde “Benim kararnâmemin altında imzası olan bir Başbakanı tutuklayıp içeri alamam. Sizin benim almamı istediğiniz kişi ‘bekçi Mehmet Efendi’ değil. Ben bir Başbakanı alamam. Sizin yetkiniz var, buyurun siz alın!” diye reddetti.

Demirel ve bazı yakın dâvâ ve siyaset arkadaşlarının Zincirbozan mecburî ikameti işte bu cevaptan sonra çıktı.

Beni Sıkıyönetim Komutanlığı’na istediler. Beni çağırdıklarında bir olağanüstü durumun olduğunu anlıyorduk. Bir şey olduğu zaman Demirel’i aramazlar, avukatı olduğum için beni ararlardı. Adlî Müşâvirlik’te bana yapılmasını istediklerini söylerlerdi. Sonradan Tümgeneralliğe kadar yükselen ve Genelkurmay Adlî Müşaviri de olan Yılmaz Paşa, sesi titreyerek bana gelmemi söyledi. Gittiğimde “Maalesef böyle bir emir var, hazırlık yapın, sayın Demirel Çanakkale’ye gönderiliyor” dedi.

“Bu nasıl uygulanacak” diye sorduğumda, fazla bilgilerinin olmadığını, Konsey’in bazı isimleri oraya mecburî ikamete gönderdiğini söyledi. Tarih verdi; sanıyorum bir Cumartesi günüydü, teslim olmalarını istedi. Güniz Sokak’taki evine geldim, durumu Demirel’e anlattım. Çok üzüldü. Allah rahmet eylesin merakla bekleyen Nazmiye Hanım duyunca canı çok sıkıldı. Ben Nazmiye Hanıma, hanımefendi deyimini kullanmamıştım, âilenin bir ferdi gibi muameleye gördüğüm için “abla” diyordum. Bana, “Ne olacak şimdi?” diye sordu. Ben de “Abla ters bir şey yok dedim” ama telâşlandı.

Netice itibariyle hazırlık yapıldı. Sayın Necmettin Cevheri’nin arabasıyla Demirel önde, biz 24 arabayla peşpeşe arkasında Zincirbozan’a hareket ettik. Evden ayrılışında Nazmiye Ablanın endişeli ve üzüntülü hali hiç gözümün önünden gitmemiştir.

ZİNCİRBOZAN’DA KARŞILAŞILAN BED MUAMELE

Siyasî hayatımın en sıkıntılı günlerinden birisi o gündü. Ülkemizin çok büyük başarılarına imza atmış Başbakanını kendi elimizle sürgüne götürdük. Zincirbozan’a vardığımızda, Lumbarağzı (denizcilik tabiri) denen yerde, Zincirbozan deniz tesisinin girişinde önümüz kesildi.

“Sizi buraya alacağız” dediler. O sırada beraber gelen herkes arabasından indi. Yanındakilerle vedâlaşan Demirel “Yaşar sen gel” dedi, avukatı olarak beraber içeri gittik. Bir yüzbaşı bizi karşıladı. “İkametiniz burası, sizi burada misafir edeceğiz” dedi. Ben de “Yüzbaşım, Konsey emrinde ‘Zincirbozan’ diye bir deyim yok. Sadece ‘Çanakkale’ yazıyor. Biz buranın olduğunu nereden bileceğiz. ‘Misafir’ diyorsunuz, biz misafir olmak istemiyoruz!” diye itiraz ettim.

Yüzbaşı “Siz kimsiniz?” diye sordu, “Ben sayın Başbakan’ın avukatıyım” cevabını verdim. “Size hesap vermek zorunda değiliz; bize verilen emir budur” diye çıkıştı. Ben “Size hesap sormuyorum, size üstten emir geldiğini de biliyorum. Ama bizi burada alıkoymak için elinizde bir belgenin olması lâzım. Darbe de olsa, Konsey de yönetiyor olsa, memlekette bir kanun nizam var” diye itiraz ettim.

“Uzatma kardeşim” diye kesip attı. Gençliğim var o zaman tabiî, “Uzatsam ne olacak!” tepkisini gösterdim “Ne demek istiyorsunuz!” diyerek yakamdan tuttu, ben de onun yakasından tuttum. Onun yakası benim elimde, benim yakam onun elinde. Demirel araya girip bizi ayırdı.

Demirel, yüzbaşıya “Üstünüz kimdir?” diye sordu. “Çanakkale Boğaz Komutanı” demesi üzerine Demirel, Çanakkale Boğaz Komutanı’na gitmemi istedi. Elini öpüp vedâlaştık. Arkadaşlara durumu anlattım.

Çanakkale Boğaz Komutanlığı’na gittim, kendimi tanıttım, içeri aldılar. Komutan’a “Oraya koyduğunuz subay benim yakama yapıştı, nasıl iştir anlamadım. Oraya daha nazik birini koysaydınız, onunla muhatap olsaydık” dedim. “Siz askerlik yaptınız mı?” diye sorup bunun aldığı emir gereği olduğunu söylemek istedi. Ben de yaptığımı söyleyip, “Benim askerliği yapıp yapmamam önemli değil, karşıladığınız insan bu ülkenin Başbakanı. Ben de onun avukatıyım. Bizimle birlikte buraya gelen insanların çoğu bakan ve milletvekilidir. İnsanlara daha saygılı olabilirdi. Belgede bize ‘Çanakkale’ olarak söylendi, buranın olup olmadığını nereden bilelim” diye sordum. Kendilerine sözlü olarak iletildiğini ifâde ederek “Yapılabilecek başka bir şey yok” dedi.

“Bana bunu yazıp verebilir misiniz?” dedim. “Niye” dedi. “Ben Konsey’e başvuracağım” dedim. “Siz başvurun, ama ben böyle bir belge veremem” dedi. “Müsaade ederseniz müvekkilimle bir daha görüşmek istiyorum” dedim. “Buradan telefonla görüşün” dedi. “Buradan telefonla görüşmem” dedim. “Niye görüşmüyorsunuz?” dediğinde, “Bu telefon sizin telefonunuz” dedim. “Dinlersiniz” diye itiraz ettim. Ve ben Konsey’e o yazıyı gönderdim, ama Konsey bana cevap vermedi…

Demirel Zincirbozan’a giderken de gelirken de, insanlar tarlalarında çalışırken, köylülerin, kasabalıların yollara çıkıp Demirel’in arabasına el sallamalarını, selâmlamalarını unutamıyorum. Halk askerî yönetimde bile Demirel’e sevgi ve muhabbetini gösteriyordu. Bunu hiç unutamıyorum. Gözlerim yaşararak izledim.

İnsanımız çok sakin, sessiz, ama düşünceleri, inançları, insanlara karşı tavırları ve âlicenaplığıyla yüksek bir karakterin sahibi olduğunu görüyorsunuz. Her türlü siyasî değerlendirmenin ötesinde işini bırakıp koşup geliyor Başbakanını selâmlıyor. Bir ülkenin Başbakanı sürgüne gönderiliyor. “Sen sürgüne gönderebilsin, ama benim için değerli” demeye getiriyor. Sürgüne giden bir Başbakanına işini gücünü bırakıp geliyor sevgisini gösteriyor. Bunun başka bir anlamı var mı?

Okunma Sayısı: 8290
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı