"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İnsanlığın nübüvvetle tekrar buluşmasına ihtiyaç var

02 Şubat 2015, Pazartesi
Paris'teki dergi saldırısını ve muhtemel tesirlerini Yeni Asya'ya değerlendiren Kültürlerarası Köprü Derneği (ICBA) Başkanı Dr. Hakan Yalman, “İnsanlık tarihi bakımından şu anki zemin, tamamen insanî değerlerle buluşma zemidir. Yeryüzündeki insanlığın aslında nübüvvetle tekrar buluşmasına ciddî ihtiyaç var” dedi.

Dr. Hakan Yalman kimdir?

1965 Sivas doğumlu. Şu anda aile hekimliği uzmanlığı yapıyor. Düzensiz aralıklarla Yeni Asya’da “34. Pencere” klişesi altında köşe yazıları yazıyor. Bizim Radyo’da, Risâle-i Nur ve tevhid eksenli programlar yapmaya çalışıyor. Silâhlı kuvvetlerdeki eğitiminin ardından bir yıl (1987’de) Yeni Asya Araştırma Merkezinde kitap çalışmalarına katıldı. Ondan sonraki süreçte de Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden mezun oldu ve ardından Ladik’te kısa bir mecburî hizmet, daha sonra da Haseki ve Şişli Eftal Hastanelerinde Aile Hekimliği İhtisası yaptı. Ondan sonrasında da İstanbul’da genelde özel tıp merkezlerinde çalışıp, bir yandan da gazete ve dergilere dışarıdan katkı sağlamaya gayret etti. Şu anda da bir tıp merkezi var ve orayı yürütüyor.

Paris’te yayınlanan dergiye (Charlie Hebdo) yapılan saldırı, biraz 11 Eylül 2001’deki “İkiz Kule” saldırısına benzetildi. Bu saldırıyı nasıl değerlendirmek lâzım?

Şimdi bu son dönemdeki ortaya çıkan tabloda olayın biraz Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasında bir çatışmaya dönüşmesi şeklinde bir arayış var, arka planda böyle bir çaba da sezdiğimizi, aslında bu oyuna gelmemek açısından aslî boyutunun biraz daha fark edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Burada da aslında temel olarak iki ayrım noktası olduğunu Bediüzzaman’ın da ifade ettiği şekliyle görmek lâzım. 

Yani insanlık tarihinde iki ana kol var. Bir, nübüvvet kolu, bir de felsefe kolu. Nübüvvet kolu aslında Hz. Adem’den  (as) Hz. Muhammed’e (asm) bütün peygamberlerin temsil ettiği ve insanlığın hak yolunu ifade eden ve yine Üstad’ın da “din-i hak” diye tanımladığı, dinlerin çizdiği ana çerçevede hayatını tanzim etmeye çalışan insanlar topluluğu diyelim buna. Bir de felsefe kolu var ki, bunlar hayatı kendi maddî planı içerisinde tanımlamaya çalışıp oradan yön verme gayreti olan ve maddeyi esas tutup arka planda her şeyin yaratıcısıyla olan bağlantısını bir şekilde görmeme eğiliminde olan veya benliği üzerinden hayata yön vermeye çalışan insanlar topluluğu. 

Son dönemde bu iki halka arasında bir karışıklık olduğunu, yani kimin aslında gerçekten nübüvvet tarafında yer aldığını, kimin felsefe tarafında yer aldığını tesbit etmekte de bazı karışıklıklar olduğunu gözlemliyoruz. Bu saldırılarla, temelde nübüvvet tarafının insanlarının arasındaki birlik ciddî şekilde yara alıyor. İnsanlık âlemi belli bir ahlâkî değerlerin yer aldığı insanlık topluluğu çizgisiyle bir tarihî süreç sergiliyor. Özellikle bu felsefe tarafı diye ifade edilen ve hayata biraz daha yön verme, hükmetme, eğer bir idarî sistemse zulmetme ve her şeyi kendi doğrultusunda şekillendirme, insanların genlerine varana kadar tanzim etme arayışlarının olduğu bir şey var. Burada da temel iki çizgi, Üstad’ın tarif ettiği, varlığa mana-yı harfiyle bakıp beraberinde adalet-i mahzayı esas tutup ve sonrasında da yeryüzünde Allah namına hükmetme ve hilâfet manasını temsil eden insanlar topluluğu var. Ve diğer tarafta da varlığa mana-yı ismiyle bakıp adalet-i izafiye beraberinde gelen ve onun sonrasında da saltanatla hükmetme arayışı olan bir çizgi mevcut. Ve birinci taraf o birinci çizgiyi temsil ederken, ikinci taraf felsefeyi ön plana çıkarıyor. 

Nübüvvet tarafının temsilcisi olan insanlarda temel olarak şu var: İnsanlar huzur içerisinde yaşasınlar, yeryüzü herkes için huzurlu bir ortam olsun. Kargaşa ve zulüm olmasın, hürriyet hâkim olsun. Yani aslında nübüvvetin temelde ortaya koymaya çalıştığı değerleri farklı adlar altında ortaya koyanlar var. Ve ‘Notalar’da da Bediüzzaman’ın ifade ettiği şekliyle aslında bütün o güzelliklerin kaynağı, esası nübüvvettir. İnsanlara yalan söylememenin, dürüst çalışmanın, ahlâkî değerleri ön planda tutmanın, sözünü yerine getirmenin, işini vaktinde yapmanın hepsinin arka planında nübüvvet var.

O zaman bu güzellikleri hayatında uyguladığı, yaşadığı halde kaynağının nübüvvet olduğunu bilmeyen Avrupalılar mı var?

Var, evet. Farkında olmadan aslında onlar bir şekilde nübüvvetin tesirini hayatlarında yaşıyorlar. Şimdi burada şöyle bir problem var. İslâm adı altında felsefi tarafın ve felsefi cereyanın etkisi altında kalmış ve İslâmı bir şekilde siyasî bir yapıya dönüştürmüş veya bir ırk zemini gibi veya bir topluluğun temsil edildiği isim adına dönüşüp insaniyetin geneline hitap eden yönünü büyük bir şekilde gölgeleyip, İslâmı felsefe tarafında yer almakla temsil etmekte olan, saltanatı ön planda tutan ve İslâmı sanki insanlara zorlayıcı bir şekilde cebrî yapısı olan bir din gibi göstermeye çalışan bir insan topluluğu var. Bunlar aslında İslâmı kendi anladıkları zaviyeden ele almakla, aslında tahrif olmuş adı altında Hıristiyanlığa hücum ederken ortaya koydukları şey de gerçek Hıristiyanlığı, gerçek İslâmı temsil etmeyen bir topluluk var. Biz aslında şu noktayı ICBA derneği olarak da son zamanlarda gündeme getirme adına çalışmalar silsilesine başlamak istiyoruz. Aslında Hıristiyanlık ve Yahudilik, kaynaklarında muharref olmuş, tahrif edilmiş. İslâmiyet de bir şekilde, ona uyulmadığı için, bir bakıma hayat içerisinde muharref hale gelmiş. Yani kaynakları sağlam, ama yaşantıda doğru İslâmı temsil edenler az kalmış.

En azından, “doğru İslâmı temsil etmeyenler  ön planda” diyebiliriz her halde?

En azından şöyle de diyebiliriz: İslâm âlemi Hz. Muhammed’e (asm) doğru ayine olunmuş bir tablo ortaya koyamıyor. Varsa da bu göz önünde gözükmüyor. Mevcut tablodaki İslâm âlemi “Asr-ı Saadetin bir modeli midir? Hz. Muhammed’in (asm) yeryüzünde elçiliğini yaptığı dinin bir temsilcisi midir?” diye baktığımızda yaşantılarıyla, ahlâkî değerleriyle, insanî değerleriyle… Bu da bir tür hayatın içinde İslâmın tahrif olması gibi bir sonuç doğurmuş. O yüzden muhtemeldir ki Bediüzzaman bu sebeple, “İslâmiyete lâyık doğruluğu ve doğru İslâmiyeti ortaya koymak” diye bir endişeyi belirtiyor. O zaman burada aslında hakikî İsevîlik ve hakikî Muhammediliğin yeryüzünde tekrar vücuda gelmesini gerektiren bir tablo var önümüzde. Yani onların kaynakları tahrif olmuş, kaynaklarıyla bağları kopmuş. Biz ise, kaynaklarımız sağlam olarak elimizdeyken günlük yaşantımızda o kaynaklarla olması gereken bağımız, kalbî ve insanî bağımız kopmuş görünüyor. Yeryüzündeki insanlığın aslında nübüvvetle tekrar buluşmasına ciddî ihtiyaç var.

Güzel bir şey, Risale-i Nur’da da bu manada tesbitler var zaten. Müslümanları ile hakikî İsevî ittifakı anlamında. Belki bunu destekleyen çok güzel açıklamalar da var son günlerde. Alman Cumhurbaşkanı olsun, Avrupalı siyasetçiler olsun, büyük çoğunluk aklı başında makul açıklamalar yaptılar. Saldırganlarla Müslümanları, İslâmı eş tutmadılar. Daha önceki benzer saldırılardaki hatalara düşmediler gördüğümüz kadarıyla. Görünüşte makul iyi bir tablo var. İCBA “böyle bir şey lâzım” derken neyi teklif ediyor? Ne yapmak lâzım, nasıl yapmak lâzım?

Aslında şu anki zemin tamamen insaniyet tarihinde, insanî değerlerle buluşma zemini. Şimdi Charlie Hebdo dergisi, Hıristiyanlığın temsilcisi olarak kabul edilmemeli. Yani Hıristiyanlık adına bir fiil olarak kabul edilmemeli, bu yanlışa düşülmemeli. Aynı zamanda ona yönelik olarak yapılan silâhlı saldırılar da İslâma mal edilmemeli. Ve İslâm dünyası buna İslâm adına sahip çıkmamalı. Her iki tavır da aslında felsefe tarafında yer alıyor. İkisi de felsefi bir bakış açısı. Varlığa kendi benliğiyle, kendi arzuları ve bakış açısı doğrultusunda yön ve şekil vermeye çalışan, ama aslında İlâhî nizama, İlâhî adalete, İslâm adına da olsa isyan eden bir anlayış var. Ve bunların aslında aynı yanlış tarafta yer aldığını, gerçek Hıristiyanlarla ve Hz. İsa’nın ortaya koyduğu hakikatlerle, bizim İslâmiyetten aldığımız hakikatlerin aslında nübüvvet tarafında örtüştüğünü ve buluştuğunu bilip orada bir bağ kurmak gerektiğini düşünüyoruz. 

Bugün artık bu bağın siyasî bir bağ olmayacağı, daha insanî zeminde gerçekleşeceğini düşünüyoruz. Burada şimdi en ciddî risk şu: Batının, insanî değerlere sahip, ama İslâmî doğru şekilde tanımayan  insanlarının nazarında bu yanlış tablonun İslâm gibi algılanılması, bundan dolayı da İslâmdan ürkme sonucunun doğması tehlikesi var.

Ve bizim özellikle Yeni Asya camiasının ve onun içerisinde faaliyet gösteren bir yapı olarak ICBA’nın insanî zemini açık, hem İslâm âleminde hem de dünyada böyle bir şeyin gerekliliğini ortaya koyacak bir söylem geliştirmesi lâzım diye düşünüyoruz. Türkiye’de bir dönem İslâm ve demokrasi çatışması veya öyle algılanması noktasındaki faaliyetleriyle, Türkiye’de ortaya koyduğu o bakış açısı hakikaten bugünkü Türkiye’nin geldiği noktada çok ciddî etkileri olmuştur. Dünyaya bu söylemi dile getirecek bir topluluğu tanımlıyor olmak çok önemli. Ve burada hem bizim Yeni Asya olarak, bu camiaya bir görev düştüğünü ve bu görev içerisinde de bizim ICBA olarak farklı bir ayağını temsil etmek üzere vazife almamız gerektiğini düşünüyoruz. Bu manada da bu söylemleri çok değişik zeminlerde, farklı mecralarda ve hatta dünya genelinde uygun ortamlarda dile getirip paylaşmak durumundayız. 

—Devamı Yarın—

Röportaj: Faruk Çakır / [email protected]

Okunma Sayısı: 3435
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı