"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Nedim Gürbüz’den dostlara mektup var

23 Ocak 2016, Cumartesi 01:00
Yeni Asya Gazetesi’nin eski yazarlarından; şair, ressam, yazar Gürbüz Azak, Bâb-ı Âliyi, eski İstanbul’u ve kaybedilen kültürel mirasımızı değerlendirdi.

Yeni Asya Gazetesi’nin eski yazarlarından; şair, ressam, yazar Gürbüz Azak Bâbıali’deki hatıralarını, eski İstanbul’u ve arı Türkçe suikastını değerlendirdi. 1974 yılındaki hatırlarını da anlatan Azak, “Yeni Asya sıradan bir haber gazetesi değildir” dedi

Hayata “Çengelköy’ün zerzevatı, Kuzguncuk’un haşaratı, Beylerbeyi’nin teşrifatı” naifliğinde ve nüktedanlığına yaklaşmış büyükler… Eserlerinize bakıp sizi anlamaya çalıştığımızda böylesi naiflik ve İstanbul zarafeti çıkıyor karşımıza. Bizler bu yüzyılda yetişmekte olan geçler olarak neleri kaçırdık, biraz bunlardan bahseder misiniz?

Teknik ve modernite bazı güzelliklerimizi törpüledi gibime geliyor. Bir kere büyük aile mefhumu kaybedildi. Sonra bayram ziyaretleri, karşı ziyaretler, komşular arası tatlı münasebetler, hal hatır sormalar... Bunları yitirdik. Sonra şehir... şehir bir nevi yorgunlukta demek. Havasıyla, iklimiyle olduğu kadar kargaşasıyla, kalabalığıyla, bitmez tükenmez sokakları, caddeleriyle ve de akran beraberliklerini kaybedince şehir yoruyor insanı. Ama yine de iyimser olmak lazım. Ben çoğu defa eski İstanbul’u tekrar tekrar dolaşmayı çok seviyorum. Şişli’de otobüsten iniyorum, yürüye yürüye Taksim’e kadar resim galerilerine pasajlara gire çıka yürüyorum. Ondan sonra vitrinlere ve 200-300 yıllık binaların önünden andacından geçerek kalabalıklar içinde kayboluyorum. O eski İstanbul’un havasını koklayıp Eminönü’ne iniyorum. Şehrin yoruculuğunu, insana olan küskünlüğünü ya da benim şehre olan küskünlüğümü böyle gideriyorum ve İstanbul’la barışıyorum. Şehir.. Her şeye rağmen İstanbul gezilesi ve koklanası... Bir hadis-i şerif vardır. Yeis ve ümitsizlik haramdır deniyor. O yüzden yeis ve ümitsizlikten kaçınmak gerek. Hayatın her alanında. İnsan ancak öyle diri kalabilir. 

Bâb-ı Âli’de usta çırak ilişkisi vardı

Bâb-ı Âli ile günümüz medya gazeteciliği arasındaki farkı bize anlatır mısınız? Geçmişte nasıl bir gazetecilik vardı, şimdiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bâbıali’de usta çırak ilişkisi vardı. Yeni Bâbıali’ye girmiş delikanlılar, hanım kızlar ile Bâbıali’de ömür tüketmiş yaşlı üstadlar sık sık sokakta karşılaşırlar, hatırlar sorarlardı. Yaşlısı ile genci ile hep birbirlerine yakın dururlardı. Tecrübeliler, öğretmekten kaçınmaz, sakınmazlardı. Başlık nasıl atılır, resim altı nasıl yazılır, bunları öğretirlerdi. Başlık, başlık altı ve resim altı bu üçü okunduğunda olay hemen anlaşılmalı derlerdi. En fazla 11 kelimelik cümle kurun derlerdi. Bunları hep usta çırak münasebetleriyle anlatırlardı. Sonra yazı dizenler de yazı yazanlar kadar malumat sahibi idiler. Dizgicilikten yazı işleri müdürlüğüne kadar yetişen meslektaşlarım olmuştur. Ufacık Bâbıali’de yüzlerce kişi her zaman karşılaşabilirdi. Aynı mahallenin çocukları, akrabaları gibilerdi. Sonra az para ile geçinen, cefa çeken, ama çok yetenekli insanlardı. Okumaya merakları çok büyüktü. Her yazar iyi bir hatip değil şimdi. Ama o devrin yazarları çok iyi birer hatiptiler. Usta sözü dinlenir ve bıkılmaz birer hatip idi hepsi. Şimdilerde iyi yazar olunuyor, ama iyi hatip olunamıyor. Osmanlıda bir gelenek vardı. Her medresede belagat dersleri verilirdi, buna şimdilerde retorik diyorlar. Güzel konuşma dersleri veriliyordu. Konuşmaya nasıl başlanır, dinleyici nasıl sıkılmaz, sözün neresinde bir nükte yapılır, en vurucu hüküm hangi dakikada söylenir ve son söze nasıl hazırlanılır, bunları biliyorlardı. Mesela su üzerine iki saat konuşurdu bir Osmanlı münevveri. H2O dan başlar, göletlere gider, denizlerden ummandan söz eder ve Fuzuli’nin su kasidesine kadar götürebilirdi. Basit bir sudan söz etmez, suyun gidişi ile Peygamber Efendimize giden bir yolu anlatırdı. Şimdi liselerimizde, üniversitelerimizde güzel konuşma dersleri yok.  Doktor bile olsa güzel konuşacak, öğretmen mühendis yazar güzel konuşacak. Paldır küldür konuşuyoruz. O İstanbul beyefendileri, hanımefendileri kaybolunca her şey yoksul kaldı, şehir yoksul kaldı. 

İnsanlar hep siyaset konuşur oldu… Değerlerimizden uzaklaştık hocam.

Nasıl öksürülür’den başlamalı, mesela elinin içi öle öhöö denmez. Eline tükürük bulaştır, bir çocuğu seversin ya da tokalaşırsın birisiyle. Buradan başlayarak nasıl yemek yenir, nasıl sofra kurulur, bunları öğretmek lazım. Kime selam verilir, kimse selam verilmez, bunları öğreteceksin. Mesela yürüyen oturana selam verir, koşan yürüyene selam verir, atla giden koşana selam verir, kim daha hareketli ise selam vermekle o mükelleftir. Kime selam verilmez, abdest alana selam verilmez, caminin içinde ezan bekleyene selam verilmez. İstersen 15 yıl önce ayrılmış bir dostunu görmüş ol... Araştırmacıya, kütüphaneye gömülmüş kişiye selam verilmez. Ressam son rengini koyuyor, bir haftadır uğraşıyor. Zeytin yeşili mi, zümrüt yeşili mi, ördek başı yeşili mi, filiz yeşili mi, dört dönüyor. Kapıdan girip bu ressama selam verilmez... Bunları da öğretmek lazım. 

Bir kitabınızda iki kere iki dört etmez diyordunuz…

İki kere iki dört etmez, ben bunu çok söyledim. İki kere iki kerrat cetvelinde dörttür, mahalle bakkalının defterinde dörttür. İki kadın iki daha dört etmez. Birinin oğlu geçen hafta şehit düşmüş. Bu nasıl dört... Hazin bir dörttür bu, dörtten öte bir şey belki de. İki adam iki daha ... Birisi Kırkpınar başpehlivanı.. Bu nasıl dörttür? İki çocuk, iki daha.... Üçünün bisikleti var, birisinin yok. Her akşam amele babası eve geldiğinde ağlıyor üç aydır. Bu nasıl dörttür? Böyle bir durumda iki çocuk iki çocuk daha dört etmez. İki kere iki dört gerçeğinin arkasında asıl hakikatler gizlidir. Bir yazar, bir hatip, bir düşünür, bir insan evladı farkına varacak bunun.... Böyle işte, İstanbul tekrar İstanbul olur inşallah. Gerçek münevverler olur inşallah...

Bizim adreslerimiz bize çok yakın

Kendi topraklarımızdaki bu münevverler kimlerdir, nasıl layıkıyla tanıyabiliriz?

Bir gün karar verdim, ortaokuldayken. Bütün bütün Batı edebiyatını alt üst edeceğim dedim. Dediğimi de yaptım ve Eski  Yunan klasikleri, İtalyan, Alman, Fransız, İskandinav, Kuzey Amerika, Güney Amerika hepsini okudum. Romanı, şiiri ve hikayesiyle hemen hemen tamamını öğrendim... Ahh bir eksiğim var, ama nedir o diye sordum. Kendimden tarafa dönmemişim. Abdal Musa’yı öğrendim, Yunus’u öğrendim, Somuncu Babayı öğrendim, Geyikli Babayı öğrendim, Erzurumlu İbrahim Hakkı’yı öğrendim, dahası Mevlana’yı öğrendim. Sonra Hacı bayram ı veliyi öğrendim. Bir de baktım şimdi oldu. Tek başına Batı hayranlığı, Batı kültürü edebiyatı bizi doğru adrese götürmüyor. Bizim adreslerimiz bize çok yakın. Bir gazeteci, aydın, yazar Teke Beyinin oğlu Kaygusuz Abdal’ı, onu mürit edinen Abdal Musa’yı bilecek yav... Hacı Bektaşi Veliyi bilecek, Akşemsettin Hazretlerini bilecek... Onları bilmeyince Türk aydını olmuyor, Batı aynını oluyor. Bizim aydınımız olmuyor ki.. Keşke bunları dert edinen kişiler, hocalar, öğreticiler olsa. Yol göstericiler yok artık ... 

“Türkçeyi yaraladılar”

Sizin kitaplarınızdan da öğrendiğim üzere kendi özümüzden kopuşumuz dilimizi kaybetmemiz ile oldu. Arı Türkçesi maceralarıyla başımıza gelenler malumunuz. Bu durumu değerlendirir misiniz?

Arı Türkçe gayreti Türkçeyi çok fazla yaraladı. Zaten çok fazla zengin bir dil değildi Türkçe. Tek heceli bir asker dilidir. Al, sat, bak, gör, vur, kır, çık, dur gibi.. Emir dili.. Bu dil ile sanat ve felsefe yapılamaz. Osmanlı bunun kolayını bulmuş, kelime ithal etmiş. Arapçadan, Farsçadan, Rusçadan, Yunancadan İtalyancadan. Meselâ tuğla Yunancadır, kiremit İtalyancadır. Kapuska Rusçadır, berbat Acemcedir. Ama çoğu kelimenin musikisini almış, manasını almamış. Mesela berbat Acemcede kaz göğsü kadar bem beyaz demek. Ama biz onu başka türlü anlıyoruz, bunun gibi daha bir sürü kelime.. Dilimiz zenginleşmiş, bu anormal bir şey değildir. İngilizcede 100 bin kelime vardır, dışarıdan komşulardan alınma. Fransızcada, Almancada, hepsinde vardır bu. Ve bu bir suçmuş gibi arı Türkçeye karşı istikamet gösterildi ve uydurukça kelimeler etrafı sardı. Ve iyi edip, iyi hatip, güvenilir sosyolog ve felsefeci yetiştirilmekte güçlük çekiliyor. Çünkü derdini anlatmak da yetmiyor, dert anlatılamıyor, konular derinliğine incelenemiyor. O yüzden Türkçeyi yaraladılar. Dönüş olabilir mi bilmiyorum. Seksen küsur yıldır Türk Dil Kurumu “hâlâ” kelimesini yazmayı öğretememiş ve öğrenememiştir. Kimse Türkiye’de “hâlâ” kelimesini yazamaz, ilan da yazamaz. İlan yazamayan, hâlâ yazamayan gazeteciler, romancılar, şairler ve öğretmenler... Hazin bir durum, bu Türkçeye bir suikasttır, nesilleri yokuşa sürmektir. Düşünmeyi zorlaştırmaktır, ifade zenginliğini yok etmektir. 

Yeni Asya ile ilk tanışmanız  ne zaman olmuştu?

Çabuk geçiyor zaman. Ben 1974’te Yeni Asya’ya gelmiştim, 4 sene kadar kaldım, sonra Tercüman’dan aradılar, oraya geçtik. Ansiklopedi servisi, Tercüman Gençlik yayınları... Bu gibi bir çok yerde çalıştım, ama Yeni Asya ile irtibatım kesilmedi tabiî. Güzel dostlarla sık sık merhabalaşırdık, telefonlaşırdık. Sevimli, gayretli, istikametli bir kadro idi o kadro.

Benim de meslek hayatıma başladığım ilk gazete Yeni Asya. Siz de bu yönünüz ile beni çok heyecanlandırdınız ve çalışmalarımda ayrı bir şevk oldunuz. Toplantı salonunun kürsüsünde Kur’an-ı Kerim bulunan ve içerisinde Kur’an hakikatleri olan bir gazete. Böylesi bir gazetede geçti ilk yıllarınız. Anılarınızdan bahseder misiniz?

Biz rahmetli Mustafa Polat’la hem Bâb-ı Âli’de Sabah Gazetesinde, hem de haftalık İttihad gazetesinde çalıştık. Ve İttihad Gazetesinin idarehanesini ben buldum, pazarlık ettim. Sonra Mustafa Polat çok sevindi, karlı kışlı bir zamandı sanıyorum. Gittik yere bakmaya, tekrar beraber gezdik... Çocuk gibi sevinirdi, çok dürüst, konuşması kibar, yazısı da sivriydi. Hayatı yumuşak, ama yazısı sivriydi, cesur bir kalemdi rahmetli. Çok genç yaşta kaybettik, fena halde üzülmüşümdür, takdir-i ilahi.  Yazmayı ve planlamayı çok severdi. Mesela Hekimoğlu İsmail’i Bâb-ı Âli’ye kazandıran odur. Bâb-ı Âli’deyken bulduğu her kağıda yazmış Hekimoğlu. Bir gün geldi, bir romanım var dedi. Polat’la ruhen anlaştılar. Polat okudu baştan sona ve gazetede tefrika edildi, çok sevildi, sonra kitap olarak yayınlandı. Bu kitabın ilk kapağını da ben yapmıştım. 

“Polat hayal kurardı, Yeni Asya’ya büyük binalar yaptıracağız derdi”

Polat okurdu. Sadece yazar değildi, hem okur, hem yazardı. Profesörlerle  irtibat kurar, yazılar alırdı. Servet Armağan’ı mesela Bâb-ı Âli’ye getiren odur. Böyle birkaç kişi var itina ile kazandırdığı, yazar yaptığı gazeteci dostlar. Daha sonra Bâb-ı Âli’de Sabah, İttihad. Ve yeni Asya. Yeni Asya logosunu ilk ben hazırlamıştım. Polat hayal kurardı. İki sene sonra şunları yapacağız, üç sene geçecek, şunları yapacağız, Matbaalar kuracağız, Yeni Asya’ya büyük binalar yaptıracağız Gürbüz Bey derdi. Bunları hesaplardı hep. Sen çok güzel yazılar yazacaksın, merak etme derdi bana. Allah rahmet eylesin...Polat’ın Bâb-ı Âli’ye kazandırdıkları sadece kendi yazıları değil, aklı başında çok fazla yazar çizer takımı da olmuştur. 

Yeni Asya’da bir çok çalışmanız olmuş. Kitap kapakları, logolar, afişler, yazılar… Çalışma ortamınızdan bahseder misiniz biraz da. 

Yeni Asya’da hatıram çoktur. İbrahim Özdabak ile de hatıram çoktur. Hem gazetede hem Can Kardeş’te çalıştık. İbrahim bey çizgisi güzel, aklı başında bir çizer... Hatırnaz, insan yönü ağır basar ve vefası çok yüksektir. Babıalide rastladığım en vefalı dostlardan belki de ilki Özdabak’tır. Herhalde ruhen akortluyuz birbirimize. Benim onu sevdiğim kadar o da beni severdi sanırım. Memur gibi çalışmaz, yorulmazdı. Gazete bitene kadar matbaaya gidip basılıp dönene kadar beklerdi. Gazeteyi ve mesleğini çok severdi. Dinlemeyi seven böyle bir güzel insandır Özdabak. 

“Yeni Asya okuyucuları hakikatlidir”

Yeni Asya gazetesini ve okuyucularını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Seven tam seviyor... Hakikatlidir okuyucuları, bırakmaz. Yeni Asya Bâbıali’de çok şeyi değiştirdi. Ondan evvel çıkan muhafazakar gazeteler alışılmış siyah beyaz ve sayfaları birbirine benzer, estetiğin uzağında gazetelerdi. Yeni Asya çıktıktan sonra gerek başlık olarak, gerekse mizanpaj olarak çok sevimli görevler üstlendi. 

“Yeni Asya sıradan bir haber gazetesi değildir”

Necmettin Şahiner’in yaptığı mülakatlar varmış o zamanlar bir de…

Necmettin Şahiner fikir adamlarıyla röportajlar yaptı. Çok cevval... Gazetelere düşünen insanlarla röportaj yapma alışkanlığını Yeni Asya getirdi. O sırada ülkede ne kadar aklı başında, güvenilir, ciddiyeti olan bir münevver varsa Yeni Asya onları bulmuş ve konuşmuştur. Sıradan bir haber gazetesi değil. Hakikaten mektep olma iddiası vardır Yeni Asya’nın. Yayınevleri de aynı şekilde. Resimli romanlar bile yayınladı o zamanlar Yeni Asya. Sonra hanım köşeleri kondu, aman dikkat diye bir köşe vardı. Bunlarda da öncülük yapmıştır Yeni Asya. Şimdi de bu istikamette gidiyor. Kuru bir gazete değil, doyurucu, bilgilendirici, yüreklendirici ve alabildiğine dürüst bir gazete olmuştur. Ben çok severim. Çalışanı, kurucusu, emek harcayanı, hepsi yakın dostumdur. 

Mehmet Kutlular ağabey ile olan bir hatıranızdan bahsediyordunuz kitabınızda…

Kutlular... Kutlular bey şakalaşırdı. Şakaya da gelirdi çok. Ben bir gün telefonda Ankara ile konuşuyorum bağıra çağıra. Demiş ki Gürbüz bey ne yapıyor böyle. Demişler ki Ankara ile konuşuyor efendim. Demiş ki Kutlular “Ankara ile bağıra bağıra konuşacağına telefon etse ya.” Sonra odacı geldi Mehmet ağabey diyor ki Ankara ile bağıra çağıra konuşacağına telefon etsin. Çok tebessüm etmiştik bu hadise üzerine.

“Beni yazar yapan Bediüzzaman’dır”

Beni yazar yapan Bediüzzaman’dır. Bir gün bir rüya gördüm. Bir kaya, yüksek, iki adam boyunda bir kaya. Elinde kömür ile İslam harfleriyle bir şeyler yazıyor. Ben de oradan geçerken dikkatimi çekti. Dört beş metre gerisindeyim. Beni gördü, şöyle yavaşça döndü, takip ettiğimi anladı ve yaz dedi. Sonra tekrar kayaya bir şeyler yazmaya devam etti, ben halen bekliyorum. Yeniden döndü, iki adım attı bana, yaz yaz dedi... Fırlayıp kalktım yattığım yerden. 

Yeni Asya’daki okurlarım benim dostlarım olmuştu

Dostlara Mektup kitabınız hafızalardan silinmiyor... Burada hangi dostlara seslendiniz? 

Yeni Asya’da Nedim Gürbüz imzasıyla yazıştım. Yazı hayatımda takma isimler de kullandım. Nedim Gürbüz, Ali Sağaroğlu, Oğuz Akalan gibi farklı müstearlar kullandım. Benim okurlarım benim dostlarım oldu. Sevildi oradaki yazılar. Bir kamyon şoförü geldi bir gün. Poşet içinde tarhanalar getirdi. Ben bir yazımda tarhanadan söz etmişim. Şoför bey anlatmaya başladı. Bizim hanım okudu sizi, çok sevdi. Tarhanaları size gönderdi. Dedim otur buyur yok dedi. Tır bekliyor Trakya yolunda. Böyle oldu okurlarımla aram. Bunun gibi... dostlarım olmuştu okuyucularım. Kitabı hazırladıktan sonra ismini düşündüm... Sonra dedim onlar benim dostlarım. Köşe yazısının başlığıyla aynıydı. Bu sevindirici bir hadise. Dertlerini anlatırdı okurlar, bazıları evladını gönderirdi. Selam söyle Nedim Gürbüz’e, sana yurt bulsun. Dostuz ya. Elimizden geleni yapardık. Böylesi bağlarımız olmuştu o güzel dostlarla.

Bediüzzaman yol göstericilerin yol göstericisidir

Eskileri yeniden keşfetmeye kalkmak lâzım belki de...

Mesela Bediüzzaman yol göstericilerin yol göstericisidir. 20. yy ın ilk ve tamamen orijinal mütefekkiridir. Çok sevimli adresler göstermiştir, unutulmaz vecizeleri vardır. Mesela nerede yaşıyorsanız oranın meyvelerini yiyin... Allah Allah bu ne büyük bir şey. Asyanın bahtının miftahı meşveret ve şuuradır. İşte burada demokrasi kurun diyor, meclis kurun diyor, danışın diyor ya hu. Daha ne desin… Böyle örnekleri çok var Bediüzzaman’ın. İşte bu türlü mütefekkirler çok mühim. Çok zorluk çektiler, çok eziyet çektiler, öylesi kahramanlar, ama görevlerini bitirip de gittiler. Mekanları cennet olsun. 

Röportaj: N. Nur Ener / [email protected] /nnurener
Fotoğraf: Merve Kalaycı

Etiketler: nur ener
Okunma Sayısı: 7285
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Bilâl TUNÇ

    23.1.2016 11:07:13

    Ağız tadıyle bir röportaj okuduk.. 70'li yıllara gittik hayâlen.. Tebrik ve teşekkürler sunuyorum. Sizlere ve Gürbüz Azak Beyefendiye sağlıklı, hayırlı ömürler diliyorum..

  • hasan Muharrem okur

    23.1.2016 00:44:55

    Tebrik ederim.Yenilerini bekliyoruz

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı