"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Prof. Dr. Ferhat Kentel: Kemalist eğitim hepimizi tahrip etti

10 Eylül 2014, Çarşamba
Yeni Asya’ya verdiği mülâkatta “Kemalist eğitim modeli bizi tahrip etmiş ve heykele tapar hale getirmiş” diyen Prof Dr. Ferhat Kentel, ”Modernleştikçe, bireyselleştikçe, modernitenin baskıları karşısında kendi kimliklerimize kapandıkça, eskiler yıkılıp takıntı halinde yeni yeni yeni dedikçe …—Şimdikiler de Yeni Türkiye deyip duruyorlar ya işte, ama Kemalizm de yeni diyordu—bütün bunlar bizim eskilerde kalan birtakım değer yargılarını unutmamıza sebep oluyor” diye konuştu. Kentel, AKP’nin Gülen cemaatini tasfiye ederken eski vesayetçilerle yeniden kucaklaştığını söyledi.

Prof. Dr. Ferhat kentel: Gülen cemaatini tasfiye ederken eski vesayetçilerle kucaklaştınız

PROF. DR. FERHAT KENTEL, “Çıkarları için bir araya gelmiş, gerektiği zaman bu çıkarlar için uyum sağlayabilen; gerektiği zaman da bozuşan, kavga eden bir takım gruplardan meydana gelir devlet. Dolayısıyla bugün Fethullah Gülen cemaatini tasfiye ederken aslında eski vesayetçilerle yeniden kucaklaştınız” dedi.

Ulusların heykel kültü ve lider içgüdüsünün sosyolojik temelinde ne yatıyor?

Sosyal olayları tek bir sebeple açıklamak pek mümkün değil aslında. Ama tabiî bu bizi “Her şey çok karışıktır ve bilinemez” kolaycılığına da götürmemeli. Ama anlamaya çalışırsak olay şu; bizler modern ulus devletin, seküler-modern ulus devletlerin altında yaşıyoruz ve hep beraber bu yapılardan bir şeyler öğreniyoruz, bu yapılara uygun bir şekilde sosyalize oluyoruz. Bu yapılar tabiî kendi kendine oluşmuş yapılar değil. Belli egemenlik ve iktidar ilişkileri içinde ortaya çıkmış yapılar. Ulus dediğimiz şey kendi kendine ortaya çıkmadı. Okullara gittik, milliyetçilik öğrendik. Eskiden kıymet-i harbiyesi olmayan ‘Türklük’ örneğin, ulus-devletle birlikte çok da kıymetli oldu. Neyi unuttuk? –Müslümanlığımızı. Ya da Müslümanlığımızı ulusa adapte ettik. Laiklik, sekülerleşme... Bu Protestanlıkta da böyle olmuştu, Müslümanlıkta da böyle oldu. Herkes bir şekilde Türk olmayı öğrendi. Bu ulusu, kendini üretmek için daha önceki geleneksel referanslardan, sembollerden, değerlerden, normlardan bir tür kopartma yaşatılması lâzımdı.
Meselâ ulus-devletlerin en önemli sembollerinden biri bayraktır. Eskiden bayrak, savaş meydanlarında 2 farklı grubun birbirine karışmaması için kullanılan bir semboldü. Hiç öyle kutsal falan değildi. Fransız bayrağı meselâ... Fransız bayrağındaki 3 ayrı renk örneğin; eşitlik, özgürlük ve kardeşliği temsil eder. Sovyetler Birliği bayrağındaki orak-çekiç, işçiyi, köylüyü temsil eder vb…O bayrağın yere düşmemesi gerekir. O, her ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. Tabiî gökten inmez bu, okulda öğrenirsiniz.
Gökten inmiş olan; -inanıyorsanız eğer- Müslümansınız, kitaba inanırsınız kutsal olarak başka da bir şey yoktur Müslümanlıkta. Cami, ezan, duâ falan bunlar da kutsaldır, ama “gökten inmiş” 1 tane şey var o da kitap. Ama biz ulusun sembollerine aynı gökten inmiş muamelesi yapıyoruz. Ulusun en çok rekabet ettiği unsur, dindir zaten. Ulus tam da dine karşı savaşır ve kendisini yeni bir dinsellik hâlinde sunar. Dolayısıyla ilkokulda siz; ‘Türküm, doğruyum…’ diye başladığınız zaman işte “en kahraman Türkler, muhteşem Türkler, en iyi biziz, diğerlerinin hepsi en kötü” diye öğrendiğiniz zaman çocukluktan itibaren, bu, gerçek olur. Yani, hayal ettiğiniz bir bilgiyi gerçeğe dönüştürürsünüz. Artık o andan itibaren o çok normal, çok doğal bir şey hâline gelir.
Anıtkabir meselâ; Laik-Seküler Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Kâbe’sidir. Etrafında tavaf edilen, mozolesinin üzerine el sürülüp başa konulan, bir takım seküler duâların edildiği, ritüellerin olduğu, çelenklerin sunulduğu… Özel defterine “Ey büyük Atatürk biz sana geldik” yazılır, sanki duyuyormuş gibi onunla konuşulur filan. 10 Kasım törenlerinde ben bunu gördüm meselâ... Amca yaklaşıyor ve ‘Oruç Baba’nın Türbesine el sürer gibi oraya elini sürüyor ve öpüp başına koyuyor. İşte Atatürk; yeni kutsal kişiliğimiz. Şimdi buradan hareketle, Atatürk öldüğüne göre onu bir şekilde işin merkezinde tutmak gerekecek. Nasıl yapacaksınız bunu? İşte hayatın her alanına, her yere büstlerini, fotoğraflarını koyarak. Heykel bir tür reklâmdır aslında, Atatürk heykelleri de- tabiî sadece Atatürk heykeli de olması gerekmiyor- ama o çok abartılı bir örnek olduğu ve Türkiye’de bunu gani gani yaşadığımız için bu örneği veriyorum. Bütün dünyada var işte bir takım heykeller. Heykel sonuçta dini inancımızmışçasına ulusal aidiyetlerimizi, ritüelize eden, toplumsal belleği canlı tutan bir tür inanç vesilesi.
Şimdi Türk, Kürt, Boşnak, Çerkes, Laz, Gürcü, fark etmiyor, herkes bununla büyüdü, ilkokuldan itibâren heykelin ne kadar normal ve önemli olduğu öğretildi. Ama aynı zamanda evinizde Kürtçe konuşuyorsunuz ya da evinizde Kur’ân-ı Kerîm okunuyor, hadis, tefsir okuyorsunuz, Bediüzzaman’ın eserlerini okuyorsunuz. Dolayısıyla okuldaki laik-seküler bilgilerinizin dışında başka bilgileriniz de var. Dolayısıyla ikili bir şey yaşıyorsunuz. 1) Ulusallaşıyorsunuz, millîleşiyorsunuz. Ulus devletin bir parçası oluyorsunuz o okulda. Heykeller, Atatürk heykeli sizin bir parçanız oluyor. 2) Evde, özel alanda, kendi coğrafyanızda alternatif bir kültür yaşatmaya devam ediyorsanız o zaman hem Kürt hem Türk oluyorsunuz örneğin. Yani hem Atatürk heykeli diye bir şey var kafanızda, ama bir de başkalarının heykelini yapabilir durumdasınız. Dolayısıyla ben, heykel fikrini alıyorum, ama içini başka bir şeyle dolduruyorum. Dolayısıyla Atatürk’ün heykelinin yerine Mahsum Korkmaz’ın heykelini koyuyorum. Yani heykelin kendisinin kutsallığını öğreniyorum, ama farklı bir kimliğe sahip olduğum için de kendi heykelimi yapabilecek bir duruma geliyorum. Ama heykelin kendisi yine kutsal.

O zaman bu Kemalist eğitim modelinin bir tahribatı mı?

Aynen. Kemalist eğitim modeli beni tahrip etmiş, heykellere tapınır hale getirmiş, ama Kemal’in heykeli yerine başka bir heykel yapıyorum. Sonuçta yine Kemalciyim ama. Bu bir kimlik inşası yani, ama öte yandan da “Ya kardeşim, bu heykeller falan palavra, sen niye böyle aynı şeyleri yapıyorsun?” demek biraz da kendini büyük görüp ‘İşte bak ağabeyim ben, sana ders veriyorum; geç bunları, aş artık” demek gibi kibirli bir dil kullanma hakkına da çok fazla sahip değiliz galiba. Yıllarca asimilasyona uğramış, yok sayılıp inkâr edilmiş bir halkın direniş yolu olarak alternatif heykeller dikmesini çok da günahkâr bulmuyorum açıkçası. Rasyonel olarak düşündüğümde “Ey Kürt kardeşlerim; ne gerek var böyle heykellere?” falan demek geliyor içimden, ama bir yandan da Türk milliyetçiliğine karşı belki bu tarz ufak-tefek dersler de faydalı oluyordur belki. Yani senin heykelin varsa başkası da heykel diker. Tavır-davranışlarıyla ‘Senin asimilasyoncu politikalarına karşı nasıl ki kendi dilimi koruyup onu konuşuyorum kendi heykelimi de korurum diyor.’ Heykel olayını biraz böyle okuyorum.

Başta Suriyeliler olmak üzere ülkemize göç etmek zorunda kalan sığınmacılara karşı gösterilen olumsuz tutumların sebepleri nelerdir? Bizler gibi misafirperverliğiyle meşhur bir toplum ne oldu da bu kadar tahammülsüz bir hâle geldi?

Öncelikle bu misafirperverlik olayından çok emin gibiyiz, ama gerçekten böyle miyiz? Ben çok emin değilim açıkçası. Biz de herhangi bir toplumuz işte. İçimizde çok süper iyi insanlar var, ama öte yandan hayatın sillesini yemiş olmaktan ötürü gayet negatif, kendinden başka kimseyi düşünmeyen de bir sürü insan var. Bir de misafirperverlik denen şey Türklere özgü bir durum değil. Bu, muhtemelen, kültürlerin kaynaşmasıyla ilgili bir şey.

“Tanrı Misafiri” anlayışımız vardır ya bizim... “Savaştan kaçmış gelmiş, yazıktır, yardımcı olmamız lâzım” düşüncesi hâkim değil miydi toplumumuzda?

Bu ama daha çok modern olmayan zamanlara özgü bir değerdi. Yani biz modernleştikçe, bireyselleştikçe, modernitenin bu baskıları karşısında kendi kimliklerimize kapandıkça, o eskiler yıkılıp o takıntı halinde yeni yeni yeni… dedikçe … -Şimdikilerde Yeni Türkiye deyip duruyorlar ya işte, ama Kemalizm de yeni diyordu- bütün bunlar galiba bizim eskilerde kalan bir takım değer yargılarını unutmamıza sebep oluyor. Artık eskiden olduğu gibi güven duymuyoruz insanlara, yeni zamanlar çok güvensiz zamanlar. Her taraf risk. Küresel toplumda bir yandan çok büyük avantajlar, işte internetler, akıllı telefonlar, bloglar, facebook’larla falan inanılmaz bir etkileşim var, dolayısıyla bilgilerimiz çeşitleniyor, yaygınlaşıyor, ama aynı zamanda şimdiye kadar görmediğimiz, bilmediğimiz tehlikelerle de karşılaşıyoruz. Ne oluyor örneğin? Göçmenler geliyor. Camileriyle, minareleriyle göçmenler geliyor Berlin’in ortasına. Biz de bu anlamda çok ‘Batılıyız’ artık, çok ‘moderniz’. Sonuç olarak 1) Geleneksellikten çıkıyoruz, daha bireyci oluyoruz. 2) Başkalarına, yabancılara karşı güven sorunumuz var ve herkese şüpheyle bakıyoruz. Bir de inanılmaz tramvalar yaşadık ve bunlarla sürekli iç içeyiz biz; 1915 Ermeni kıyımlarından başlayın İstiklâl Mahkemelerinde asılan dünya kadar Müslümana, İskilipli Atıf’lardan, 6-7 Eylül olaylarına, 27 Mayısta asılan başbakanlardan, 12 Mart’larda asılan Deniz Gezmişl’ere, 12 Eylül’de asılan dünya kadar solcu-sağcı insana, 28 Şubat’ta Müslümanlara, başörtülere yapılan baskıya, Kürt coğrafyasındaki faili meçhullere kadar… Düşündüğünüz zaman bu memlekette travmasız bir kesim bulmak mümkün değil neredeyse. Herkesin yakınında, ailesinde bir şekilde bir mağduriyet var. Konuya dönecek olursak; Suriyelilerden, Yezidilerden korkmamızın, onları istemeyen insanlarımızın oluşunun temelinde şunu da söylemeden geçmeyelim: demek ki biz ulus-devletin verdiği kimliği o kadar çok benimsemişiz ki; “Biz bu insanlarla Osmanlı zamanında beraber yaşıyorduk”u unutmuşuz örneğin, bunlar senin aslında vatandaşındı.

Ümmet anlayışı gitmiş yani?

Aynen, ümmet bilinci gitmiş, komşuluk ve saire hepsi gitmiş. Misafirperverlik dediğimiz şey de uluslaşmış. Tam Fransız Devrimi mantığı: Geçmişi unut! Eski rejimde kaldı onlar...

17–25 Aralık 2013 operasyonlarını nasıl yorumluyorsunuz?

Tabiî ki yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma gibi bir takım şeylerin çok olduğunu düşünüyorum ama ondan önce, AKP-Cemaat kavgası üzerine biraz daha üstten bakarsak şunu söyleyebilirim: Aslında devrim, kardeşlerini yiyor bence. Evet Ak Parti bir devrimdir, sessiz, yumuşak, kansız… Türkiye’deki vesayet rejiminin büyük ölçüde yıpranmasını sağlayan ve klâsik İstanbul burjuvazisinin elinde tuttuğu, yönettiği kapitalizmin ‘Anadolu Aslanları’ ve benzeri sermaye sınıfları aracılığıyla dönüşüm geçirmesidir. 28 Şubat’ta Batı Çalışma Grubunun falan savaş açtığı yeşil sermayenin, kısacası toplumun kendi ürettiği sınıfların iktidara gelme, beyaz Türklerin dışında kalan kesimlerin merkeze yürüme hareketidir. Bu anlamda devrimdir. Devrim deyince, bazen solcular falan “Nasıl böyle devrim falan dersin?” diyorlar. Ben bunu iyi veya kötü anlamda kullanmıyorum, ama devrim denen şey, her zaman yolda yürürken, devrime giderken çok iyi bir şeydir bana göre, ama devrim olduğu zaman da kötü bir şey olur. Fransız Devrimi de böyledir, Bolşevik Devrimi de böyledir, İran İslâm Devrimi de böyledir. Kabaca; toplumsal muhalefet, bir halk hareketi diyelim, İslâmî hareket toplumsal muhalefeti temsil etti, şimdi bunlar sözünü ettiğimiz devrimi hazırladılar, eşitlik, adalet, özgürlük kavramlarını harekete geçirdiler. Ama iktidarı ele geçirdikten sonra bu devrimi birlikte yapan gruplar arasında galiba bir güç savaşı başladı. Çünkü olay sadece ideolojik, kültürel bir olay değil, aynı zamanda ekonomik bir pasta da var işin içinde. Ekonomik bir pay olunca da birilerinin çatışması çok normal. Tam Fransız Devrimi’nden sonra yaşananlara benzetiyorum durumu. Devrimden sonra, “Tamam işte, Fransa kuruldu, özgürüz artık, daha ne istiyorsunuz?” dönemine. Orada da devrimin en büyük destekçileri asılıp-kesilmişti, insanlar giyotine gönderilirken diğer taraftan “Yeryüzü cenneti olduk” deniliyordu. Aynı şeyi Sovyet Bolşevikleri de yaptı.

Bunu, Erdoğan’ın, cemaate yönelik olarak sarfettiği, “Ne istediniz de vermedik” söyleminde görebilir miyiz?

Tam tamına öyle. Bunu yaptı, ama sen bu devrimi onunla beraber yaptın, devlet içindeki koçbaşı görevini o gördü zaten. Kendi yetiştirdiği ‘altın nesil’lerle, bürokrat olmuş, savcı olmuş, vali olmuş insanlar kırmızı halılarla açtı o devletin kapılarını sana. Dolayısıyla bugün sen onları ayıklamaya çalıştığın an, o da ister istemez tırnaklarını çıkardı ve dersaneler kapatılmak istenince o da sahip olduğu insan potansiyeliyle AKP’ye karşı bir harekete geçti. Nerden geçti? Zaten var olan bir şeyden. Neydi o? –Yolsuzluk. Yalnız biz şunu kaçırıyoruz: Sanki 2 tane güç var, AKP seçimle geldi, devlette sadece AKP’nin olması gerekiyor, bir de işte Fethullah Gülen cemaati diye bir ‘paralel yapı’ var. Batı Çalışma Grubu, 28 Şubatçılar, TSK açısından düşünün. Ak Parti de bir paralel değil mi aslında? Erbakan, İmam-Hatipler bizim arka bahçemiz derken askerler çıldırıyorlardı bu lâfa. Çünkü devlet olmak böyle bir şeydir. Devlette, kendi içinde kavga eden dünya kadar paralel yapı var aslında. Bunun en güzel örneği meselâ Susurluk’tur. O kazada kimler vardı? Alevî bir Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ. Tetikçi bir ülkücü, Abdullah Çatlı. 1 tane de DYP’li, Kürt, aşiret reisi Sedat Bucak. Bir de Gonca adlı bir kadın… İşte devlet böyle bir şey. Çıkarları için bir araya gelmiş, gerektiği zaman bu çıkarlar için uyum sağlayabilen; gerektiği zaman da bozuşan, kavga eden bir takım gruplardan meydana gelir devlet. Dolayısıyla bugün Fethullah Gülen cemaatini tasfiye ederken aslında eski vesayetçilerle yeniden kucaklaştınız.

Prof. Dr. Ferhat Kentel kimdir?

Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde yüksek lisans yaptı. Ecole des Hautes Edutes en Scienses Sociales’de sosyoloji doktorasını tamamladı. Modernite,
gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, kimlikler, İslâmî haraketler, etnik cemaatler ve
göçler üzerine çalışmaları bulunan Kentel hâlen İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji
Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.

YARIN: BANDROL VE DEVLET TEKELİ, SAÇMALIĞIN DANİSKASI

Ekrem Özden
[email protected]
EkremOzden86

Okunma Sayısı: 7487
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı