"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Toplumun sosyal yapısı dikkate alınmalı

19 Temmuz 2016, Salı
Prof. Dr. Cezmi Eraslan: II. Meşrûtiyet iyi niyetlerle ilân edildi, ama toplumun sosyal yapısı dikkate alınmadığı için hürriyet, eşitlik ve adalet gibi kavramlar bir müddet sonra yerini parçalanma isteklerine bıraktı. Meselâ Taşnaklar yani Ermeniler –İttihatçılarla yakındır– ayrı bir yere gitti, Rumlar ayrı bir yola gittiler ve parçalanmalar oldu.

Prof. Dr. Cezmi Eraslan kimdir?

1961 yılında Kadirli/Adana’da doğdu. İlkokul, Orta ve Lise tahsilini İstanbul’da tamamladı. 1979’da İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesine girdi. 1985’te aynı fakülte ve bölümde Yüksek Lisansını tamamladı. 1989 yılında, İngiliz arşiv ve kütüphanelerinde araştırma yapmak üzere Londra’da bulundu. Nisan 1991’de “II. Abdülhamid Devrinde Osmanlı Devleti’nin İslâm Birliği Siyaseti” adlı tezini vererek Tarihî Doktora ünvanını aldı. 1994’de Doçent ve 2005’de Profesör oldu. Evli ve bir çocuklu olan Prof. Dr. Cezmi Eraslan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü T.C. Tarihi Anabilim Dalında görev yapmaktadır. Osmanlı Devleti’nin demokrasiye geçiş aşamalarından birisi şüphesiz ki II.Meşrûtiyet’tir. Bu dönemi daha iyi anlamak ve tahlil etmek için sorularımızı Prof. Dr. Cezmi Eraslan’a yönelttik. 

Röportaj: Murat Ercan / [email protected]

Meşrûtiyet nedir, nasıl bir sistemdir? Cumhuriyetle benzer yönleri nelerdir?

Yöneticilerin bir temel kanuna tabi oldukları ve onu esas alarak yönetim yaptıkları “Şartlı İdare” sistemidir. Uygulamada sadece Kral, Hanedan ya da Mutlak İmparator değil onun yanında bir ya da iki meclisin bulunduğu idare tarzıdır. 19. Asır itibariyle Avrupa’da ilgi gören Meşrûtiyet, mutlâkıyet idaresinden bir ileri aşama olarak millet egemenliğini ön plana alan anlayışlardan beslenen bir sistemdir. Mutlâkıyet ile Cumhuriyet’in arasında Meşrûtiyet vardır, hatta Cumhuriyet’in laboratuvarı olarak kabul edilen bir II. Meşrûtiyet dönemi vardır. Milletin işleri o meclislerde görülür, ama son karar yine devlet başkanına, padişaha aittir. Meşrûtiyette ilân edilen Anayasa eğer Devlet Başkanının yetkilerini kontrol edebilirse bu adım adım Cumhuriyete gidişi de sağlayabilir. Meselâ, bizim 1876 Anayasasındaki maddelere bakarsanız hanedan ve padişah yetkileri açısından hiçbir şeyi değiştirmemiştir. Ancak 31 Mart’tan sonraki dönemde yapılan 9 Ağustos 1909 tarihli düzenlemeler adeta Cumhuriyet gibi bir sistem getirir. Dolayısıyla anayasanın mahiyeti işi belirler. Anayasayı yapan kadronun hâkimiyet anlayışı, millete ve milletin egemenliğine bakış açısı kuvvetler ayrılığı noktasında son derece önemlidir.

Osmanlı halkı meşrûti sisteme geçmeye hazır mıydı?

Osmanlı’nın son döneminde temelde tartışılan halkın eğitim seviyesinin meşrûti sisteme geçmek için hazır olup olmadığıydı. Bu sistemi yönetebilir mi yönetemez mi? Tanzimat’tan bu tarafa baktığımızda insanlar Fransız İhtilâlinden gelen esintilerin de etkisiyle ‘Hakimiyet hakkı umumundur’ görüşünü kabul ederler. Ama bunu hayata geçirmek için elinizdeki toplum yeterli mi değil mi? Bürokrasi, aydın ve hanedan bunu tartışmıştır. Aydınların söylediği şey halk hazırdır, bürokratların ifade ettiği şey ise ‘Halk’ın hakkı vardır, ancak hazır değildir.’ Hanedan da halkın hazır olmadığını söyler.

Bu çerçeveden tartışmalara baktığımızda, bizdeki toplum her şeyi yukarıdan aşağıya ihsan suretiyle verilmesine alıştığı için böyle bir sistem talebi yoktur. Sistem talebi aydınlarda vardı. Bu konuda Said Halim Paşa’nın bir sözü var: “Bizdeki Meşrûtiyet padişahın yetkilerine ortak olmak isteyen aydınların milletin hâkimiyet hakkını kullanmasıdır” der. 

Jön Türkler ve İttihatçıların söylemlerine bakarsanız, aslında halkın hakkını bilmediği ve öğretilmesi gerektiği düşüncesini görürsünüz. Halk bilmediği bir şeyi talep etmez. Dolayısıyla aydınlar millet bu sistemi anlayacak seviyeye gelene kadar halkın hâkimiyet hakkına vasîlik yapacağı anlamına gelir ki bu da Said Halim Paşanın sözünü doğrular.

II. Abdülhamid’in Meşrûtiyete karşı tavrı nasıldı?

Tanzimat, Islahat ve Meşrûtiyet dediğimiz şeylerin temel amacı devleti modernize etmek ve yaşatmaktır. Meselâ Tanzimat’ın ilânını II. Abdülhamid Osmanlı için bir ihya hareketi olarak görmüştür. Tanzimat’ı ilân eden babası Abdülmecid’in ‘Muhyi-i Devlet’ olarak anılmasının lâyık olduğunu söyler. Dolayısıyla Abdülhamid de Meşrûtiyeti istiyor, ama mevcut şekliyle mi istiyor? Meşrûtiyeti Osmanlı’da gündeme getiren ve yönetim şekli olarak ortaya çıkaran Yeni Osmanlılardır. Halkın hâkimiyet hakkı esas alınarak ve hatta Meclis-i Şûrâ-yı Ümmet yani İslâmî gelenek üzere bunu yürütelim düşüncesiyle Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi üçlüsü bunu seslendirirler. İstedikleri meclis, her şeye karar verilen bugünkü meclis gibi bir meclis, tasdik makamı bugün Cumhurbaşkanı, o zaman Padişah. Aydınların istediği bu, ama Padişahın istediği bu değil. Abdülhamid hâkimiyet hakkının kendisinden alınmasını istemiyor çünkü kimseye güvenemiyor. Son dönemde devlette reform düşüncesini seslendirenler adeta başka ülkelerin ajanı gibi görülüyor. Ama resmin bütününe bakıldığında böyle bir ihtiyaç var. Bunu herkes görüyor. “Mevcut sistemimiz artık çağın gereklerini karşılamıyor” diyen de yine Abdülhamid’dir. Ama o istiyordu ki kendi istediği gibi olsun. I. Meşrûtiyet’te istediği gibi oldu, mevcut yapı aynen kâğıda geçirildi. Şeklen Meşrûtiyet var, ama Padişah’ın hiçbir yetkisini kısıtlamıyordu. 

Röportaj sonunda kendisine yazarımız M. Latif Salihoğlu’nun hazırladığı ‘Osmanlı Demokrasisi’ adlı kitabı hediye ettik.  

Meşrûtiyet özünde hürriyet, eşitlik, adalet gibi kavramları barındırırken II. Meşrûtiyet döneminde lâyıkıyla uygulanamamasının sebebi nedir? 

II. Meşrûtiyet iyi niyetlerle ilân edildi, ama toplumun sosyal yapısı dikkate alınmadığı için hürriyet, eşitlik ve adalet gibi kavramlar bir müddet sonra yerini parçalanma isteklerine bıraktı. Meselâ Taşnaklar yani Ermeniler -İttihatçılarla yakındır- ayrı bir yere gitti, Rumlar ayrı bir yola gittiler ve parçalanmalar oldu. Nitekim II. Meşrûtiyet’in ilânından sonra Abdülhamid’in aktif siyasetin kenarına düşmeye başladığı görüldü ve ilk bağımsızlık ilânı Bulgaristan’dan geldi. O tarihe kadar Osmanlı’ya bağlı bir prenslik konumundaydı. Fiilen ayrı olsa bile bunu resmen ilân edemiyordu. Akabinde Avusturya-Macaristan Bosna Hersek’i kendine ilhak ettiğini ilân etti ve devlet buna bir şey yapamadı. Abdülhamid de ironik bir şekilde; “Meşrûtiyeti ilân ettik, milletin hakkını meclis savunacak, buyurun savunun” dedi. Meşrûtî padişah olarak kenarda ve yapacak bir şey yok. Meşrûtiyeti ilân eden kadro da bu mantıkla gidilirse devletin parçalanacağını gördü ve daha sıkı, daha kontrollü bir yapı takip etmeye başladılar. Hürriyet yerine daha fazla kontrol, Abdülhamid istibdat uyguluyor diyenler daha fazla yapmaya mecbur kaldılar. Çünkü bütün sorumluluk kendilerinde ve parçalanmaya doğru gidiyorsunuz. Kürtler, Arnavutlar ve Araplarda dâhil herkes ayrılmalara gitti. Hiç olmazsa Müslüman unsurları elinde tutmak için böyle bir yola başvurdular.

II. Meşrûtiyet döneminde Trablusgarp ve Balkanlar nasıl kaybedildi?

İtalya; İngiltere, Fransa ve Rusya ile anlaştıktan sonra Trablusgarp’a asker çıkardı. İtalya savaş hazırlıkları yaparken Roma’da sefir olan İbrahim Hakkı Paşa, 1911’de Sadarete geliyor. Yani İtalya istilâ için hazırlık yaparken orada görevli ve saldırdığı esnada İstanbul’da Sadrazam. Elçilik zamanında İtalya’nın yaptıklarından habersiz hatta işin üzücü tarafı İtalya’nın Osmanlı’ya Ültimatom verdiği sırada İbrahim Hakkı Paşa İstanbul’da sefirler ile İskambil oynuyor. Yani dışarıda ne olup bittiğini takip etme noktasında ciddî zaafımız var. Aynı zamanda İtalyanlar Çanakkale Boğazı’nın önünü kapatıyorlar ve Osmanlı Devleti denizden asker gönderemiyor. Keza, Mısır İngilizlerin elinde karadan asker gönderilemiyor. Sultan Abdülhamid, İslâm Birliği Politikası gereği Şeyh Sünûsi ile yakın ilişkiler kurmuş ve oraya asker ve silâh yığmıştı. İttihat ve Terakki (İ. T), ‘Meşrûtiyet ilân olundu, artık kimsenin bizimle bir sorunu kalmadı’ diye askerleri geri çekti. 

Ardından Trablusgarp’a giden gönüllü subaylarımıza Genelkurmay’ın yapabildiği tek şey giden subaylara çift maaş vereceğini söylemesidir. 

İşin acı tarafı işgale uğrayan bir Müslüman belde ve siz İslâm Halifesisiniz, ama müdahale edemiyorsunuz. Güzel olan ise giden gönüllü subaylar orada halkı örgütleyerek sahillerden içeri İtalya’nın geçişine izin vermedi. Ama tam o sırada Balkan Savaşı patlak verince Osmanlı Uşi Anlaşması ile Trablusgarp’ı İtalyanlara bırakmak zorunda kaldı.

Balkanlar’a baktığımızda Hıristiyanların bir araya gelmesini engelleyen kilise ayrılıkları var. 1910’da bu ayrılıkları gidermek için İttihat ve Terakki, Kiliseler Kanunu çıkarıyor. Siz devletsiniz ya, tebaanızı bir arada tutacaksınız. Daha sonra Rumeli’de de problem kalmadı diye orada bulunan tecrübeli 75.000 asker terhis ediliyor. Yerine yeni ve tecrübesiz askerler gönderiliyor. Trablusgarp’ta işgalin durdurulması esnasında bu sefer Rusya Balkanlarda aralarında dinî ayrılığı da kalmayan Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan’a garanti vererek Osmanlı’ya saldırmaları için anlaşıyor. Kazandıkları yerlerin kendilerine verileceğini, dolayısıyla toprak kaybetmeyeceklerini, savaşı kaybetmeleri halinde kendisinin devreye gireceğini söylüyor. Neticede 1912’de Balkan Savaşı çıkıyor. 

II. Meşrûtiyet döneminin en büyük olumsuzluğu Makedonya’daki 3. Ordu’nun içinde subayların siyaset yapmasıdır. Sadece İttihat ve Terakki grubu değil, aynı zamanda Halaskâr Zabitan denilen Kurtarıcı Subaylar grubu da var. Bu iki grup birbirleriyle kanlı bıçaklı haldelerdi. Ordunun siyasete karışması Balkan Savaşlarında zirve yapıyor. Öyle ki subaylar savaş halindeyken birinin yardımına diğeri gitmiyor ya da 1 gün geç gidiyor. Neticede Kumanova ve Lüleburgaz’da savaşlar kaybedildi. 4 yıl önce bağımsızlık ilân eden Bulgarlar Çatalca’ya kadar ilerledi ve başşehri tehdit eder hale gelebildi. Daha sonra Yunan, Bulgar ve Sırplar arasında bir anlaşmazlık çıkınca başlayan II. Balkan Savaşı sırasında Enver Paşa kaybedilen Edirne’yi geri alabildi. 

31 Mart Vak’asının amacı Meşrûtiyeti ortadan kaldırmak mıydı? Perde arkasında İstanbul’daki Selânikli Yahudiler mi yoksa İngilizler mi? 

31 Mart olayı günümüzde dahi aydınlatılamamış karanlık bir olay. Ana maddesi Meşrûtiyeti kaldırmaktı diyebiliriz. Yahudilerin de payı olabilir. Yani bu dönem belgeleriyle ortaya çıkmış net bir sonuca bağlanmış bir olay değil. İngilizlerin çıkardığı söylenir. Çünkü o sırada Mısır ve Hindistan İngiliz sömürgesi altındaydı. Meşrûtiyet’in Osmanlı’da başarılı olması demek bu ülkelerin de talep etmesi demekti ki İngilizler bunu istemiyordu. Neticede Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle sonuçlandı ve bundan başta İngiltere olmak üzere diğer bütün devletler memnun kaldı. 

Hareket Ordusu Meşrûtiyeti kurtarmak mı yoksa boğmak için mi geldi?

Hareket ordusu dediğimiz yapı bugünkü düzenli birlikler gibi değildi. Daha çok düzensiz birliklerden ve Bulgar çetecilerden oluşan bir orduydu. Meşrûtiyet’i kurtarmak için geldiler, çünkü mevcut yapı muhafaza edilirse özgürlüklerini alabileceklerini düşünüyorlardı. Ünlü Bulgar çeteci Sandanski de İstanbul’a gelenler arasındaydı. Abdülhamid, kardeş kanı akmasın diye karışmadığını söyler, ama işin insanî boyutuna bakmanız lâzım. 30 yıl boyunca adım adım parçalanmaya giden bir devleti yönetiyorsunuz ve Abdülhamid yalnız bir adamdı. Fizikî ve manevî yorgunluklar, daha sonra çıkan karışıklıklarla uğraşmak bunlar kolay şeyler değil. 

Osmanlı Devletini I. Cihan Harbine İttihatçılar mı sürükledi?

İttihat ve Terakki devleti savaşa sürüklemedi. O dönem savaşa girmek adeta mecburiyetti ve girildi. Tarafını da devlet kendi seç(e)medi. Talat Paşa Ruslarla, Enver Paşa Almanlarla, Cemal Paşa Fransızlar ve Maliye Nazırı Cavit Bey İngilizler ile 2 tur görüşmelere girdiler. İngiltere, Fransa ve Rusya’ya ayrı ayrı ittifaklar teklif edildi, ama daha önce kendi aralarında anlaştıkları için hiçbiri kabul etmedi. Meselâ Fransızlara demiryolları ve karayollarının yapımında imtiyazlar teklif edildi. Donanmayı ve Boğazlar savunmasının yenilenmesi İngilizlere ihale edildi. Silâh siparişi verildi. İngilizler siparişleri ve paraları da aldılar, ama ittifak yapmadılar. Aslına bakarsanız Almanlar da Balkan Savaşlarında başşehrini dahi koruyamayacak hâlde dedikleri Osmanlı’nın teklifini ilk başta reddettiler. Ama Alman İmparator II. Wilhelm “Osmanlı’nın halifelik gücü var ve bunu Hindistan’da İngilizlere, Türkistan’da Ruslara karşı kullanabiliriz” diyerek teklifi kendi genelkurmayına kabul ettirdi. Yoksa Osmanlı masada paylaşılacak bir pasta konumundaydı. Osmanlı da istiyordu koltuğun kenarına geçeyim ve taraf olayım. İttifak Devletleri “Siz tarafsız kalın, savaşta toprak bütünlüğünüzü garanti ediyoruz” dediler. Ama İttihat ve Terakki paylaşılacağını gördüğü için bir tarafı seçmek mecburiyetinde kaldı. 2 Ağustos’ta Almanlarla anlaşma imzalandı. Devletin ciddî ekonomik sıkıntıları vardı ve ilk etapta Almanlardan 5 milyon altın alındı. 5 Ağustos’ta o çok Almancı bilinen Enver Paşa Ruslara bir ittifak teklif etti. Batı Trakya ve toprak bütünlüğünü garanti etmesi şartıyla Kafkas Ordularını verecekti, ama kabul etmediler. Dolayısıyla çok istekli bir şekilde taraf seçilmedi.

Meşrûtiyet “Günah Keçisi” mi? Ardından gelen büyük savaşlar ve Sultan Abdülhamid’in indirilmesi vs. Meşrûtiyet yüzünden mi oldu?

I. ve II. Meşrûtiyet de devletin yıkımını geciktirmek ve önlemek için aldığı tedbirler arasındadır. Meşrûtiyet ilân edildi de savaşlar çıktı diye bir şey söz konusu değil. Bulunduğumuz coğrafya merkezi bir konumda yer alıyor. Bugünkü Türkiye’de bile etrafımızda sıkıntılar eksik olmuyor. Osmanlı’yı düşündüğümüzde bunu Basra Körfezi ve Libya’ya varan daha geniş bir coğrafya da ele almanız gerekiyor. 100 sene geçmiş olmasına rağmen Emperyalist devletler buradan çıkmıyor, hatta daha sıkı yerleşmek için elinden geleni yapıyor. Çünkü petrol ve doğalgazda dünya rezervlerinin yarıdan fazlası bulunduğumuz konumda yer alıyor. Yapacağınız tek şey belki de iç sıkıntıları en aza indirerek bu sürece engel olmaya çalışmaktır. Ne savaş ne de insanlık hukuku dikkate alındı. 30 Ekim Mondros Ateşkes Anlaşması oldu ve savaş hukukuna göre devletler o anki sınırlarında kalmak zorundadırlar. Musul 30 Ekim’den sonra işgal edildi sebebi Musul’da petrol olması. Niye IŞİD çıkarıldı? Burada mezhep, sağ-sol, millici-serbestçi, Alevî-Sünnî ve Demokrat-Halkçı kavgası çıkarılıyor. Bugün Diyarbakır ve Hakkâri’de İngiliz, Alman, Fransız ve Amerikalıyı görüyorsunuz. 30 senedir ABD burada ve onlara göre burası Türkiye’ye bırakılmayacak kadar değerli. Bizde de iktidara ortak olalım diye gerekirse şeytanla işbirliği yapacak pek çok kadro var. Meşrûtiyet ilân edin veya etmeyin bu olacaktı. Abdülhamid bile anılarında “Mısır’ın kaybından sonra yaptığım her şey çıkacak bir Dünya Savaşı için denizlere hâkim olan İngiltere ile ittifak yapmaya dönüktür” diyor. Dolayısıyla savaş kaçınılmazdı.

Enver Paşa değerlendirmeniz nedir? 

Nereden baktığınıza bağlı. Bir yerden bakarsanız bir yafta, öteki yerden bakarsanız bir yafta vurursunuz. Bizim bu coğrafyaların özelliği değerlendirme yaparken İfrat ya da tefritteyiz, ama tarihî şahsiyetlerin de insan olduklarını unutuyoruz. Neticede hepsinin kabiliyetleri kadar zaafı, nankörlüğü vs. vardır ve tarihtekiler de insandı. Külliyen iyi ya da külliyen kötü bizim toplumumuzda bu var. Seviyorsak ilahlaştırıyoruz, sevmiyorsak hain ilân edip yerin dibine sokuyoruz. Bunlar tamamen yanlış şeyler. Enver Paşa’nın Meşrûtiyet’in ilânında katkısı ve Balkan Savaş’ında yanlışı var. I. Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında girilmesi ki bunu daha önce belirttiğimiz gibi mecburiyetti. Hem Almanya’nın hem Rusya’nın arasında gidip gelen bir tavrı var. Balkan Savaşı’ndan sonra Enver Paşa’nın orduda yaptığı bir düzenleme var ki biz o sayede I. Dünya Savaşı’nda o başarıları gösterebildik. Yoksa Balkan Savaşı’ndaki ordu ile devam edilse I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusunun esamisi okunmazdı. 1000’in üzerinde alaylı subayı görevden aldılar ve yerlerine Harbiye çıkışlı genç subayları dahil ettiler. Bu çok büyük bir kan değişimi, Tasfiye-i Ruteb dedikleri rütbe tasfiyesi olayı da var. Emekli ettikleri pek çok rütbelinin yanında pek çok subayın da rütbelerini indirdiler. Harbiyeli, dolayısıyla işin ilmini mektepte eğitimini almış yeni nesil devreye girdi. I. Dünya Harbi ve Kurtuluş Savaşı’nda da bu kadroların çok büyük etkisi var. 

Ahmet Talat Paşa ile birlikte ülkeyi neden terk ettiler?

İnsan psikolojisini iyi anlamak lâzımdır. Talat Paşa hükümeti ateşkes istiyor, ama İngilizler bu kadroyla ateşkes yapmam diyor. Ne yapacaksınız? Hükümetten çekileceksiniz, ama bu seferde perde arkasında işleri çevirme endişesi var. İş başına gelen yeni adamlar sizin karışmanızı istemeyecek, dolayısıyla bu isimler yurtdışına çıkmaya mecbur oldular. Aynı durum son Padişah Vahdettin için de yaşanıyor. İngilizlere mektup yazıyor; “Hayatım tehlikede, beni buradan alın.” Saltanat’ın kaldırılmasından sonra İstanbul’da ‘Hain Vahdettin’ sloganlarının atıldığı bir kaç tane yürüyüş yapıyorlar. O da acaba beni de öldürürler mi? diye İngilizlere müracaat ediyor ve Malaya zırhlısıyla İstanbul’u terk ediyor. Bunlar da terk ediyorlar, ama yeni yapı oluşsun dönüp hesap veririz düşüncesindeler. Yurtdışındalar, ama Türkiye için çalışmaya devam ediyorlar. Sonuç olarak baktığımızda iyi bir niyet söz konusu ki, Enver Paşa da 1924 yılında Türkistan’da Ruslarla çarpışırken şehit oluyor.

Okunma Sayısı: 5223
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı