"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Yeni Asya, bir ihtiyaçtan doğdu

22 Şubat 2015, Pazar
Yeni Asya’nın Yazıişleri eski Müdürü Sabahattin Aksakal, Yeni Asya’nın yayın hayatına atılmasını şöyle anlatıyor:

Aramızda tekniği bilen yoktu. Rahmetli Mustafa Polat Ağabey vardı. Babası da gazeteciydi, çekirdekten yetişme gazeteci. O çağrıldı. Zübeyir Ağabey, Kutlular Ağabey, Bekir Berk Ağabey, Fırıncı Ağabey hep beraber o zamanlar. Önce haftalık İttihad gazetesi çıktı.

Sonra günlük gazete Yeni Asya... Yazıişleri müdürü olarak benim adımla çıktı gazete. Bir kaç ay sonra Mustafa Polat bir kaza geçirdi. En bilenimizi Cenâb-ı Hak aldı. Bir kaç ay sonra Kutlular Ağabeyin de imtiyaz sahibi olarak ismi kondu. Sonra gazete böyle devam etti.

—Dünden Devam—

Risale-i Nur’la nasıl tanıştınız?

Gençliğimde dindar bir ailede yetiştim. Ben Erzurumluyum. İlkokul 3. sınıfı bitirdikten sonra babamın tayini ile İstanbul’a geldik. Ehl-i tarikat olan babam Müslüman dostuydu. Bütün Müslümanları, hususan büyük zatları çok severdi. Üstadımıza da çok dosttu ve büyük bir muhabbeti vardı.

O zamanlar babam; Büyük Doğu, Sebilürreşad, Serdengeçti ve Hür Adam gibi çeşitli mecmuaları alırdı. Hür Adam’da “20. Asrın Kur’ân tefsiri” diye devamlı Risale-i Nur’dan pasajlar çıkardı. Diğer mecmualarda da Nurcularla ilgili çeşitli haberler olurdu.

Zaman zaman Üstadı kastederek “Babacığım bu zat kimdir?” diye sorardım. O da, “Oğlum, bu zamanın en büyük âlimi bu zattır” derdi. Tabiî, babacığım “en büyük âlim” diye bahsedince, daha çocukken büyük bir sevgi ve saygı oluşmuştu bende Üstada karşı.

Lise sona doğru gelirken, bende İslâm’a hizmet etme hususunda büyük bir istek meydana gelmişti. Kur’ân âyetlerinin hepsinin birer şifre olduğunu ve yabancıların bu Kur’ân âyetlerinden istifade ederek yeni buluşlar yaptığını duymuştum. Bunun üzerine bir fikir geliştirmiştim: Suudi Arabistan’a gidip Arapça ve Kur’ân ilimlerini öğrenecektim. O zamanlar Japonya ve Almanya bilim ve teknikte çok ileriydiler. Arabistan’dan sonra da Almanya’ya gidip müsbet ilimleri öğrenerek, ben de Kur’ân âyetlerinden bir şeyler çıkaracaktım. Buluşlar, keşifler yapacaktım. Yani böylece İslâm’a hizmet etmek istiyordum.

Almanyaya nasıl gidecektim? Yeme içme konusunda çok hassastım. Almanya’da ise domuz eti, şarap, içki miçki… O beni düşündürüyordu. O günlerde bir Nur Talebesiyle tanıştım. Oradan buradan hizmetlerden konuşurken bana Almanya’da Risale-i Nur Enstitüsü’nün olduğundan bahsetti. Oranın adresini isteyince, bilmediğini, ama daha iyi bilen birisinin ismini ve adresini verebileceğini, onunla görüşebileceğimi söyledi. Gideceğim yer Süleymaniye, Kirazlımescid Sokak, Numara 6; görüşeceğim kişi Zübeyir Gündüzalp idi.

Günahlara girmeyeyim ve maksadıma hemen ulaşayım diye ertesi gün hemen verilen adrese damladım. Zile bastım. Abdülvahid Ağabey açtı kapıyı. Dedim; “Ziver Gündüzalp burada mı?” “Evet burada” dedi. “Onunla görüşmek istiyordum” dedim, beni içeri aldı. Beklemeye başladım. O zamanlar Zübeyir Ağabey üst katta oturuyordu. Biraz sonra Zübeyir Ağabey aşağıya indi. Baktım üzerinde eski yamalı bir pantolon var, o yer de çok basit, bir şey yok, halı yok, küçük bir yer. O zamanlar ben de ehl-i tarikatın içindeyim. Erenköy’de Sami Efendi isminde büyük bir şeyh vardı, zaman zaman babamla onun ziyaretine giderdik. Giyimleri kuşamları iyi, zengin insanlardı. Ben öyle alışmıştım. Kirazlımescid’de karşılaştığım tablo ise biraz garibime gitmişti. “Burası böyle basit bir yer, sorularıma nasıl cevap verecek?” dedim. İlk önce içimden böyle geçti… Ama oturduk, tanıştık. Ben esas gayemi anlattım.

Zübeyir Ağabey konuşmaya başlayınca ben âdeta büyülenmiştim. O kadar güzel konuşuyordu ki... “Kardeşim bu Risale-i Nur tam senin gayene göre yazılmış” dedi. Ben “Fen ilimlerini öğreneceğim, ondan sonra Kur’ân ilimlerini öğreneceğim, ondan sonra da hizmet edeceğim” dedim. “Risale-i Nur da müsbet ilimler muvacehesinde, fenler vasıtasıyla iman hakikatlerini, Kur’ân hakikatlerini anlatmış. Tam senin istediğin şey. Hiç Almanya’ya falan gitmeye lüzum yok” dedi. “Yaa, öyle mi ağabey, yani benim gayem Almanya’ya gitmeden burada tahakkuk eder mi?” dedim. “Evet, sen Risale-i Nur’u oku!” dedi. Oradan bir kitap çıkarttırdı; Gençlik Rehberi’nden Abdülvahid Ağabeye okutturdu, dinledik. Oradan bir kitap aldım ve eve geldim. Artık kafamda hep bu vardı. Bir ayağım oradaydı artık.

Sene 1962, ben o sırada lise sondaydım ve iş arıyordum; babama yük olmak istemiyordum. Neticede bir kitabevinde iş bulduk. Ama şöyle bir durum var: Devamlı Kirazlımescid’e gidip geliyorum. Zübeyir Ağabeye “Ağabey, burada kalayım” diyorum. O da, “Kardeşim, burası hizmet yeri, burada kalınmaz, ancak sen Risale-i Nur’u birkaç kez oku, devret. Ondan sonra... Çünkü burada kalırsan sağa sola koşturmaktan okumaya vaktin kalmaz. Okumayınca da hizmet edemezsin” diyerek hizmetin en birinci meselesinin iyi okumak olduğunu söylüyordu.

Böyle bir sorumuz da var aslında. Müsbet yayıncılık nedir? Müsbet neşriyat nasıl olmalıdır?

Aslında bunu da anlatmış oldum. Müsbet neşriyat bu. Yani insanlara faydalı olmak. Peygamberimizin (asm) hadis-i şerifi var ya, “İnsanların en faydalısı / en hayırlısı insanlığa faydalı olandır.” İşte, zaten Risale-i Nur başlı başına insanlığın hizmetinde. Tabiî, Resulullah’ın (asm) bu hadisinde çok geniş bir mânâ var. Aç olanı doyurursun, hasta olanın tedavisine çalışırsın, ihtiyacı olanın neyse ihtiyacını giderirsin. Ama insanlığın en mühim ihtiyacı nedir? İman... İmansız birisinin Cennete gitmesi, ebedî hayatının kurtulması mümkün değil. Üstadımız da bunu söylüyor. Hepimizin bildiği mesele… Risale-i Nur’un birinci hedefi insanlığa faydalı olmak... Yani murad-ı İlâhî olan, dünyaya gelişimizin esas gayesi olan, “imanlı insanlar,” “imanlı nesiller” yetiştirmek. Dolayısıyla Risale-i Nur’un bu hedefini kendisine gaye edinmiş olan neşriyat da müsbet neşriyattır.

O zaman bu anlattığınız müsbet yayının üslûpla çok alâkası var. Yıllarca yazıişleri müdürlüğü yaptınız. Hakkı ve hakikati dillendirirken nasıl bir üslûp kullanılmalı?

Evet, tabiî, Üstad bunu anlatıyor, Risale-i Nur’da bunlar var: “Her söylediğiniz doğru olmalı; ama her doğruyu söylemek doğru değil.” Bu bir müsbet hareket ifadesidir. Bazı insanlar der ki “Ama benim söylediğim doğru. Yalan mı söyledim?” Yalan söylemedin, ama öyle yerde söyledin, öyle insanlar var ki hazır değiller. “Aksülamel yapar” diyor Üstad. Veya diyor: “Her yaptığın iş hak olmalı” ama “her hakkı her yerde yapmak hakkın değildir” diyor. O da hak. Hazır olmayan bir cemaatte hak bir işi yapman haksızlıktır. Hak gibi görünüyor, ama gayr-i müsbet oluyor; müsbet değil…

Risale-i Nur’daki Üstadın hayatı, lahika mektupları, müdafaalar bir gemideki pusula mesabesindedir. Temel mesele iman. İnsan okudukça mükemmelleşir. Ama o mükemmel insan bu dalgalı cemiyet hayatında bir yere çarpmadan, gayr-i müsbet hareket etmeden nasıl o iman hizmetini yapacak? İşte o neşriyat, o lahika mektupları bizim müsbet hareket etmemizi sağlayacak düsturları ihtiva etmektedir.

Âlem-i İslâm’ın perişan durumu hep müsbet hareketsizlikten. Resulullah Efendimizin (asm) tarzında müsbet hareketi bu zamanda ancak Risale-i Nur’da ve Bediüzzaman Hazretlerinde görüyoruz. Biz Risale-i Nur’u ölçü almalıyız. Çünkü Risale-i Nur, Kur’ân’ı ve Peygamber’i (asm) ölçü alıyor. Onların bu zamanda hakikî vekili Risale-i Nur’dur. Kur’ân’ı ve Peygamber’i (asm) ölçü alan da hiçbir zaman şaşırmaz.

Yeni Asya gazetesinin çıkışı nasıl oldu?

Gazetenin çıkışı şöyle oldu: Aramızda tekniği bilen yok. Rahmetli Mustafa Polat Ağabey vardı. Babası da gazetecidir, Erzurum’da Hürsöz gazetesini çıkartıyordu. O da çekirdekten yetişme gazetecilik konusunda. Onu çağırdık. Zübeyir Ağabey, Kutlular Ağabey, Bekir Berk Ağabey, Fırıncı Ağabey hep beraber o zamanlar. Günlük bir gazete çıkartmak istiyorlar. İlk önce haftalık İttihad gazetesi çıktı. Ben o zaman askerdim. Sonra günlük gazete Yeni Asya... Fakat Yeni Asya’ya baktım, yazıişleri müdürü arıyorlar. Dışarıdan birisini tutacaklar, çok pahalı. O zaman gazete toplanan yardımlarla çıkıyor. Yazıişleri müdürü olmanın şartı en az lise mezunu olmaktı. Ben de zaten lise mezunuyum. “Ben bu müdürlüğü kabul ediyorum, para da istemiyorum” dedim. Biz de vakıftık Süleymaniye’de. Bizim zamanımızda vakıflara maaş falan verilmiyordu. Herkes kendi yağıyla kavruluyordu. Çok imkânsızlıklar içinde... İstiğna düsturu vardı. “İsterseniz ben yazıişleri müdürü olurum, ama ben dershaneden çıkmam. Vakıflığıma devam ederim, gazetenin sorumluluğunu alırım” dedim. Onların da çok hoşuna gitti tabiî. Yazıişleri müdürü olarak benim adımla çıktı gazete. Şimdiki gibi detaylı müdürlükler yoktu, iki müdürdük zaten. Sene 1970... Bir kaç ay sonra Mustafa Polat bir kaza geçirdi. En bilenimizi Cenâb-ı Hak aldı. Daha çocuğu dünyaya gelmemişti. Velhasıl, bir kaç ay sonra Kutlular Ağabeyin de imtiyaz sahibi olarak ismi kondu. Sonra gazete böyle devam etti.

Röportaj: Nuriye Sultan Kostak ([email protected]), Müberra Yüksel ([email protected])

Okunma Sayısı: 2113
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı