Bir camianın içinde olunca haliyle zaman zaman kulağınıza bazı özel bilgiler de fısıldanıyor.
Gerçi bu paylaşacağım bilgi bir fısıldaşma değil, üç kişiyle bir yol yürüyüşünde savunulur hale gelmiş bir fikirdir.
Beyefendi, iş adamı. (Tabiî bütün iş adamlarına suizanla bakmadan) Yurt dışındaki bir okuma programımızda bizi ziyarete geliyor ve cemaati dizayn anlamında cümleler kurmaya başlıyor: ‘Kardeş artık şartlar çok değişti. Şükür şimdi çok imkânlarımız var. Bizi anlayan ve ihtiyaçlarımıza cevap veren idareler mevcut. İşler bu noktaya gelmişken bizi engellemek isteyenler var. Artık böyle bir çağda umumî meşveret gibi kavramlar ne kadar ihtiyaca cevap verecektir. Bunun için kalkıp bir de umumî meşveret gibi bürokrasi ile uğraşamayız. Yani umumî meşveret bizi dinlemezse, mahalde kararımızı alır, uygularız. İmkânlarımız var, açarız medresemizi, koyarız üç beş öğrenci ve işimize bakarız.’
Soruyorum, bu tavır cemaate rağmen adım atmak olmaz mı?
O zaman bizi dinlemeleri ve kararlarımızı uygulamaları lâzım. Bizim şu anda on tane medrese açacak imkânlarımız var. Zaten gazetenin siyasî duruşu bütün atacağımız adımların önüne engel oluşturuyor. İstişare heyetiyle siyasî tavır mı konuşulur? Hem ne anlasın onlar dünya siyasetinden.
Peki bu konular sizin mahal meşveretinizde konuşulmuyor mu? Siz de görüş ve düşüncelerinizi oralara yansıtsanız, olumlu ve olumsuz boyutları konuşulsa daha iyi olmaz mı?
Cevap, yine insanları küçümser bir üslûpla, ‘Yahu onlardan bizi kim anlayacak? Bir de danışılsa ne olur, danışılmasa ne olur? Mesele hizmetse, bunu illaki bir heyetten geçirmenin bir anlamı var mı?
Emanet cümlelerimiz bunlar. Kişinin niyeti ve cümleleri açık. Kişide benlik gelişince, cemaat ruhu zayıflıyor. Kendini önemli gören şahs-ı maneviyi önemsiz görmeye başlıyor. Zaten hastalanma da budur.
İstişareyi hafife alan, parayla, imkânla her türlü işi yapabileceğini düşünen bir anlayış manevî hizmetlerde nasıl bir sonuç meydana getirecektir? Bediüzzaman’a yapılan bunca tekliflere o neden ilgi göstermedi?
‘Bizim etkimiz var, yetkimiz var, imkânlarımız var, istediğimiz adımları atma potansiyelimiz var, bizim görüş ve düşüncelerimize ister katılsınlar isterse katılmasınlar’ anlayışı Nur dairesine hiç mi hiç yakışmayan bir anlayıştır.
Bu siyasete bulaşan anlayışın bugün geldiği nokta ortada değil mi?
Bir de, ‘Meşveret dediğin nedir ki, üç beş kişi. Onlarla istişare etsen ne olur etmesen ne olur.’ cümleleri ihlâsın dibe vurduğunun bir göstergesidir.
‘Hakikî imanın kâinata meydan okutabileceği…’ gerçeği, nedense hep gözardı ediliyor. Ve sayıyla, imkânla bu işler değerlendiriliyor. Ne acı!
Oysa Cenâb-ı Hak’kın rahmeti cemaat üzerinedir. Cemaat olmak demek de imtizaç-ı efkârdır, düşüncelerin uyumudur. Bu yoksa, o ortam bir cemaat ortamı değil, olsa olsa bir ‘yarenler topluluğu’dur. O onun enesini şişirir, o da bir başkasının. Bir başkaları da bunların enelerini şişirip hizmet diye çalıştırırlar.
Böyle insanlar biraraya gelirler, görüşürler, konuşurlar sonrasında da hiçbir bağı yokmuş gibi bir halet içerisinde dağılıp giderler. Hatta bazen ilk kez böyle ortamlara gelen birisine gösterilen nezaket ve ilgi, on yıllardır orada bulunandan esirgenir. Mesele kişisel dostluklar kurmaktan öteye gitmez.
Peki, bu emanet bilgiyi neden paylaştım? Çünkü bu anlayış şu anda bazı mahallerde, şahs-ı maneviye rağmen medrese açıp hizmet iddiasında bulunuyor. Cemaatin bu bilgiyi bilmesi lâzımdır. Böyle anlayışlar suret-i haktan görünüp, hizmet diye cemaati siyasete alet etmektedirler. Bozulma artık bu yolladır.
Cemaate rağmen cemaat olmaz. Havuzda enesini eritemeyen cemaate dahil olmuş olmaz. ‘Nahnu’nun değil ‘ene’lerin ön planda olduğu böyle bir anlayışa hizmet denilebilir mi? Bediüzzaman’da böyle bir hizmet tarzı var mı?