‘Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?’
Gelen cevap çok net: ‘Doğruluk’.
‘Daha?’ deniyor,
‘Yalan söylememek’ deniyor.
‘Sonra’ deniyor,
‘Sıdk, ihlâs, sadâkat, sebat, tesanüd.’
‘Yalnız?’
Yani sadece bunlar mı denilmek isteniyor.
Gelen cevap: ‘Evet’ şeklindedir.
Oysa şu dört kelimeden birisinin gereğini yapmak bile tedavinin başlaması demek.
Ve sonra ‘Neden?’ tahlili yapılıyor.
Çok sağlam bir cümle ile de ‘Neden?’ sorgulamasının cevabı veriliyor;
‘Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır.’
Ve, ‘Hayatımızın bekası imanın ve tesanüdün devamıyladır.’ cümlesiyle de, istikbalin ne ile temin edileceğinin uçlarını veriyor.
Doğruluk, bu zamanda Müslümanların en büyük imtihanı da bu sanki.
En büyük darbeyi ‘doğruluk’ cephesi almış.
Hutbe-i Şamiye’de, Bediüzzaman, sıdkı, içtimaî ve siyasî hayatta ‘ölmüş’ olarak tanımlamış. Yani doğruluk, ölmüş.
O zaman yaşayan nedir?
Yalan, kizb. Eyvah!
Nar ve nur gibi, Şark ve Garb kadar birbirinden uzak olması lâzım gelen, iki kavram, aynı tezgâhta satılır hale gelmiş. Aynı insan hem yalan söylüyor, hem doğru söylüyor. Acı ki ne acı!
‘Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur.’ Bundan daha net, keskin ifade kullanılabilir mi?
Bediüzzaman, ‘Öyleyse sosyal hayatın esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip, onunla manevî hayatımızı tedavi etmeliyiz.’ diyor.
Sadece sözde değil, davranışlarda değil; tavır, tutum, jest ve mimiklere kadar sinmiş, içinde zerre kadar hile bulunmayan bir doğruluk aranıyor.
O zaman adım atmak isteyen için durum net:
Ümitsizliğin ölmesi lâzım.
Sıdkın, doğruluğun dirilmesi gerekir.
Muhabbet her halükârda devam etmeli.
Heva ve hevese tabi olanlara da, ‘Yazıklar olsun!’ demek lâzım.
Gerçekten yazıklar olsun!