Beyefendi vefat etmiş. Haber olmuş. İki, üç tane süslü cümle, o esnada ekranda birkaç fotoğraf ve bitti. Hayata bakın! Bitti.
Kırk elli yılı, iki üç cümleyle ve bir iki fotoğrafla, iki üç saniye içinde şutladılar. Haber bitti.
Said Nursî, ‘Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.’ diyordu.
Gerçekten haklı. Biten dünyanın sonunda bitmeyen bir şey lâzım insana.
Evet, insanın geçen zamanları görmek için, geçen zamanlarda ‘geçen’leri görmek için zaman zaman geriye şöyle bir dönüp bakıvermesi önemli.
Ne oldu, ne bitti’ diye geriye dönüp bir bakıvermek…
Geriye dönüp bir bakıveremeyecek kadar hızlı gitmek, duyarsız gitmek, sorumsuz gitmek akıl kârı değil.
Kişinin peşinden yazılan o bir iki cümleye, birkaç fotoğraf karesine baktım, hayatını uğruna feda ettiği san’atını içeriyordu.
‘San’at’.
Bakalım, sonrasına ne mesajı var, uğruna bir hayat verdiği o ‘san’at’ın.
Bir hayat boyu tutunduğun şeyin elini bırakıvermesi düşündürücüdür.
Kırk elli yıl bir hayat verdiğin; duygularını, sevgilerini, acılarını verdiğin, canını verdiğin şey bir anda seni terk ediveriyor.
Tam ihtiyaç duyduğun anda, elin boş kalıveriyor.
Öylece ‘kalakalıyorsun’ ayakta.
Ya şimdi? Nereye bu yolculuk? Sonrasında ne var gelinen son noktanın?
Oysa alın teri döktüğün, uğrunda saçlarını ağarttığın, peşinde ihtiyarladığın şeyin seni terk etmemesi lâzımdı, hem de hiçbir zaman.
Sonunda seni terk edecek olan ve gideceğin yere de fayda vermeyecek olan bir şeye, kocaman bir hayat vermek, duygu vermek; akıllıca bir iş değil.