Rabbimize, duâlarımızda, ‘Bizi razı olduğun kullardan eyle’ diyorduk. O da bize ‘gıybet’i çalıştırdı. Yaygın bir afetin içinde bulduk kendimizi. Bu konuyu çalışmayı Rabbimizin bize bir merhameti olarak gördük.
Konuyu evde çocuklarımızla mütalâa ettik. Kur’ân’ın çirkin olarak nitelendirdiği bu illet, pek çok ehl-i imanın, ehl-i salâtın, ehl-i cemaatin birer hastalığı idi. Acı ki, bu çirkin, sinsi hal, bir hastalık olarak da görülmüyordu.
Bu afet; sözle, gözle, kaşla, başla yapılabiliyor ve günlük hayatta, her yaşta yaygın bir şekilde, ağır düzeyde zihinleri sinsice felce uğratıyordu.
Öğrencilerin, ‘Şu bizim matematikçi…’ diye başlayan (rahatsız edici) bütün cümleleri; insanların ‘bizim peder…’’li, ‘bizim idareci…’li bütün cümleleri, Kur’ân’ın, ‘Vah onların haline…. diye’ kınadığı kapsama giriyordu. Ama kimsede de bir telâş, bir korkunçluk hali yoktu. Birileri kahkahalarla canavarcasına dişlemeye devam ediyor, birileri de kahkahalarla seyrediyordu!
‘Mü’min kardeşinin ölü etini dişleme…’ karşısında bir irkilme, bir tiksinme yaşanmaması, insanlık dışı bir hal olarak hastalığın ömrünü uzatıyordu.
Gıybetle kirlenmiş ortamlardan hangi hayırlı netice beklenir ki? İbadetlerden lezzet alamamak, duâların kabul edilmemesi bu afetten değil midir? Kılınan namazlar, tutulan oruçlar kişiyi Kur’ân’ın men ettiği gıybetten nasıl alıkoyamaz?
Ama hasta bedenden sağlıklı ibadet beklenmez. Önce bir tathir (temizlenmek), sonra tezyin (süslemek) lâzımdır. Def’i şer, celb-i nef’a racihtir.
Ölümlü dünyadayız. Hayırlı işlerde acele etmek gerekir. Çenemiz kapanıp, ellerimiz kelepçelenmeden hukukumuz olan insanlarla helâlleşmek gerekir. Gıybetini etme ihtimalimizin veya gıybetimizin edilme ihtimalinin olduğu ehl-i iman kardeşlerimizle helâlleşmeliyiz. Bu hak ihlâlinden herkes muzdarip. Bu afet (ateş) herkese bulaşmış. Konuyu paylaştığımız ehl-i iman kardeşler, durumdan pişmanlık duyuyor ve memnuniyetle helâlleşiyorlar.
İlginç ki, kul hakkını sadece o hakkına girilmiş kul helâl edebilir.