İnsan, acı olan gerçeklerden kaçıp, tatlı olan hayallere sığınıyor.
Gerçekleri kabul etmeden onlarla barışık yaşanmıyor. Kendisinden başlayıp dışa doğru şikâyet dalgasıyla yaşamak yorar insanı.
‘Saçım böyle olsaydı, başım şöyle olsaydı.’ , ‘Annem şunun gibi, babam bunun gibi olsaydı.’ , ‘Yok, şu şehirde yaşasaydım, yok şu ülkede doğsaydım.’ , ‘Yok sizin takım şöyle, yok bizim takım böyle.’ , ‘Bizim cemaat sizin cemaati döver…’ gibi hayali yorumlar bir hayat boyu sürer gider.
Bu yorumlar gerçeklerden kaçıştır. Evet, insan her şeyin idealini arayacaktır. Ama bu elindekine kör olmayı netice vermeyecektir. ‘Şikâyetçi olduğun o şeyin düzelmesi için ne yapıyorsun?’ İşte gerçeğimiz budur.
Varolanı kabullenmeden, daha iyiye gitmek imkânsızdır.
‘Eğri’ tarafıyla uğraşırken, ‘doğru’ tarafa körleşiyor insan ve böylece hayat tükeniyor. Özelliği ne olursa olsun, ‘Bu benim gerçeğim’ deyip, ‘Onunla olan imtihanımızı nasıl kazanırız?’ bunun hesabına dönmeliyiz.
İnsan hayalindekinden değil, gerçeğindekinden sorguya çekilecektir.
‘Ey cemaat nasıl bilirdiniz?’ diye, birlikte yaşadıklarımızdan sorulacaktır.
Nazarları birlikte yaşadığımız insanlara çevirip, -bizim ve onların özelliği ne olursa olsun- uygun bir hayat formu bulmamız gerekiyor. İmtihanımız budur. Lütufla ıslah. Ve ıslaha önce nefsimiz muhtaç. Şikâyetçi olarak, yargılayarak, önyargıyla değil; hüsn-ü zan ile, şefkatle, muhabbetle kucaklaşabilmenin yollarını bulmalıyız.
Ne Haydo, ne Haydar ağa; Haydar’la yaşamayı öğrenmeliyiz.
Nefis zorlanacaktır, ama kazanç çok büyük olacaktır. İyiliğin en güzeliyle ve O’nun (cc) rızasını düşünerek adım atınca, bir de bakarsın ki candan bir dost oluvermiştir. Kalpler O’nun (cc) elindedir.
İnsan, karşı tarafın ne yapacağından değil, kendisinin ne yaptığından sorumludur.