On yıllardır aynı hakikati haykıran satırlar bugün birilerine başka bir şeyler söylüyorsa; bu, satırların değil, dinleyici kulakların problemidir.
Kötülüklerin kaynağı nefis, satırları kendi içinde olduğu halet üzere anlamak istiyor. Aslında değişen hakikat değil, insandaki zayıf damarların zuhurudur. Zaman değişse de hakikat değişmez. Hak ve hakikat, her zaman üstündür.
İnsan, kendisine verilen nimetleri Veren’in yolunda ‘feda’ etse, kul olur. Yoksa Karun gibi ve Salebe gibi, ‘Bunu ben kazandım.’ dese, hain olur ve malları da ‘heba’ olur, beyhude gider.
Hak ve hakikati, basit dünyevi menfaatler uğruna ‘heba’ etmekten korkmuyor da insan, emaneti sahiplenip, hak ve hakikate karşı onları ‘feda’ etmekten korkuyor. Asıl korkulması gereken budur.
‘Heba’da boş yere tüketmek, ‘feda’da daha da kâr etmek vardır.
‘Heba’, çürütmek; ‘feda’, yeniden ekmektir.
Hani Rabbimiz bize diyor ya; ‘Elinizde olan emanetimi bana satınız. Ta, sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi’ olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır, pek büyük bir fiyat size vereceğim… hem fiyatı, hem ücretleri, birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim… Eğer bana satmazsanız, zaten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude gidecek, hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız… hem de emanete ihanet cezasını göreceksiniz.’ (Altıncı Söz). İşte hakikat budur.
Hakikat, ona muhatap olanların ayarlarını ortaya koyar. İnsan hakikatin miyarı değil, hakikat insanın miyarıdır. Hakikati dünyevileştirmek, ‘feda’yı ‘heba’ görmek, elması kömüre kalbetmektir, cümlenin ruhuna müdahaledir ve bu da ağır bir vebaldir.
Güya bunları yapanların nefisleri terbiyelidir, makam düşkünlükleri yoktur, cümlelerin namusuna müdahale etmezler, korkak değillerdir. İşte asıl korkulması gerekenler böylelerdir.
Nefis ve şeytan hakikati çiğnerken kendini ustaca kamufle ediyor. Safdillere kendini inkâr ettiriyor. Der veya dedirtir; ‘Benim bu tercihimin, bu kararımın nefis ve şeytanla ne alakası var.’.
Şeytan-ı insi şeytan-ı cinniden aldığı derse binaen kulaklara şöyle fısıldar:
‘Yahu be adam, kırk yıllık emeğini, birikimini, alın terini, elde ettiğin makamı, mevkii, kariyeri bir çırpıda heba mı edeceksin?’, ‘Böyle zamanlarda kimsenin etlisine, sütlüsüne karışmayacaksın!’, ‘Kimse ne tarafta olduğunu bilmeyecek.’.
Böyle masum gözüken, sinsi cümleler etrafa korku salıyor. Böylece kişiliksiz, kimliksiz, cesaretsiz, himmetsiz, nemelazımcı insanlar türüyor.
Asıl tehlike budur.
İnsan, böyle hilelerle, iyilikleri kendinden, kötülükleri başkasından görüp, emanetlerine ‘kazanımım’ deyiveriyor ve nankörlük ediyor. Böylece nefis, ‘alın teri’ olan kazanımlarını(!) korumaya kalkıyor, ağır bir yükün altına giriyor.
Bunun için gerektiğinde tavizleri, tarafsız kalmaları, gücün yanında yer almaları, yetki etki sahiplerine yakın durmaları uygun buluveriyor. ‘Bu da aklın gereğidir’, deyiveriyor.
Oysa, politik tavır ve tutumdan çok daha güçlü bir şey var ki, o da; en kısa bir tarik-i hakikat olan, ihlastır. Asıl kaybedilmemesi gereken değer budur.
Büyükler, kendilerine verilen emanetleri çabalarının ürünü görüp, ‘heba’ etmekten korkmuşlar; Veren’in yolunda ‘feda’ etmeyi öğrenmişler.
Nitekim insanın dünyevi sığındıklarının da, sahibi iddiasında olduklarının da, heba etmekten korktuklarının da muhafaza edicisi, O (c.c.) değil midir?
Asıl korku, O’nun korkusunun yokluğudur.
İftiharla taşınan kimlikler; taşıyanı da rahatlatıyor, muhatapları da.
Kulluk, ‘feda’ ederek, ‘heba’ olmaktan kurtarma halidir.
‘Heba’ çürütme, ‘feda’ yeşertmedir.
Tohum, toprakta yok olunca, kendini ‘feda’ edince, var olmaz mı?
‘Feda’ olsun o zaman.