Dinimizin çirkin kabul ettiği ve ancak ‘alçakların istimal ettiği bir silâhtır’ dediği bir gıybet, normal şartlarda mü’minlerde hiç olmaması gerekir değil mi?
İbadetlerimizi, hasenatlarımızı yutan bir afetten kaçınmalı değil miyiz?
Bu yakıcı afetin içinde sadece söz değil; göz, baş, kaş hepsi var.
Kur’ân’ın men ettiği bu illet, ehl-i iman arasında ne kadar da yaygın. Hani nerede elinden, dilinden, sair azalarından güvende olunma hali?
Hakkında konuşulan kişi o konuşulanları duysa idi senden darılacaktı.
O bakışı o kişi görseydi senden kırılacaktı. İşte gıybet bu!
Herkes hakkında, her yerde; doğru mu, yanlış mı tahkik etmeden konuşmayacaksın. Duyduklarına kapılmayacaksın.
Evde, iş yerinde, seyahatte, alış verişte günlük hayatın hemen her yerinde o kadar çok hukukları çiğneyen konuşmalar oluyor ki. Ağlanacak hallerdeyiz!
Gıybetin ne dehşetli bir afet olup, ne kadar da çeşitlerinin olduğunu, bir o kadar da sevimli bulunduğunu insan biraz çalışınca hemen görüyor.
İğneli cümlelerin arasına duâ katıp, onun lehinde gözüken sinsi gıybetler gördüm. Ve yine, o tehlikeli gıybetleri dinleyip, ‘Boş ver konuşma, gıybet olur.’ diyerek kendisi de birkaç incitici cümle kurup, acı sürece ortak olanlar gördüm.
En güzeli mi? ‘Ya doğru söyle ya da sus’a uyacaksın. Hakkında konuştuğun kişi incinecekse, (o doğruyu) ifade etmeyeceksin. O bakışı, o mimikleri, o dudak bükmeleri, o baş, kaş, göz hareketlerini yapmayacaksın. İçini kemirecek nefis, acıtacak, ama sen yapmayacaksın.
Kendinin, canlı cansız mahlûkatın bile gıybetini yapmayacaksın. Dilini, kulaklarını, gözlerini, sair azalarını bu yakıcı afete alıştırmayacaksın.
Neden kulaklarımızın hakikati duymadığını, neden yakıcı ateşi göremez hale geldiğimizi, neden Kur’ân’ın men’ ettiği, kardeşinin ölü etini dişlemek gibi bir günahı rahat işler hale geldiğimizi şimdi daha iyi anlıyorum.