Zaman zaman oduncular sitesine uğruyorum.
Orada kardeşlerimiz, dostlarımız var. Aslında orası benim için düşüncelerimizin hayatla temas noktasıdır. Onun için bir düşünce, bir fikir orada makes buluyorsa hayatla bağlantısı iyi demektir, yoksa sağlıklı olmadığına kanaat getirilebilir.
Geçenlerde yine uğradım. O dostların çayı da bir harika gidiyor. Alınterinin iş hayatında apaçık gözüktüğü bir yerdir burası. Her ne zaman gitsem ağaç kesiminden hâsıl olan hızar tozları üzerlerinde, saçlarının arasındadır. Onun için ben de ‘hoş geldiniz’ dediklerinde özellikle kucaklaşırım ki, o tozlardan biz de uzak kalmayalım.
Oturunca neredeyse konuşmadığımız konu kalmıyor.
Onlar senin pencerenden sen onların penceresinden görüyorsun hayatı.
Bu kardeşlerimiz, 14-15 yıldır esnaf gençler olarak Salı günleri evlerinde Risale-i Nur sohbetleri yapıyorlar. Gazetelerine aboneler, umumî sohbetlere de katılırlar. Yani onlar bir şeyi sahiplendiler mi artık bırakmıyorlar.
Şu an onlar birer aydın Nur Talebesi. Eşleri, çocukları da bu sohbetlerle yetişiyorlar. Nasiplilik böyle bir şey olsa gerek.
Kimi içeriden dışarıya doğru düşüşte, kimi de dışarıdan içeri doğru mesafe katediyor.
Son zamanlarda bir şeye çok üzülmüşler, onu da bana sordular: “Hocam, siz hani bir cemaat olunca, bir şahs-ı manevî olunca aramızda pek çok hukuklar oluşuyor diyordunuz ya, bizim neredeyse on iki, on üç yıldır tanıştığımız, görüştüğümüz, derslerini dinlediğimiz büyüklerimiz cemaatle yolları ayrılınca, farklı bir ortamda dersler yapmaya başlayınca bize selâm bile vermemeye başladılar. Biz kendilerinden pek çok dersler dinlemişken, şimdi kendileri kendi yaptıkları derslerdeki hukukları gözetmiyorlar, bu nasıl olur? Bu durum bizi korkutuyor.”
Doğrusu, böyle bir sorunun da cevabı zor, bu bir hal meselesi, yaşamak meselesi, imtihan meselesi. Ben de onlara bu konuya dair bir soru yönelttim.
Yani insan ne okursa okusun, ne yazarsa yazsın, ne gibi derin malûmata sahip olursa olsun, o bildiklerini hayata katmak noktasında imtihanını kaybedebilir. Hadisteki, “İnsanlar helâk olur, ancak bilenler kurtulur; bilenler de helâk olur, ancak bildikleriyle amel edenler kurtulur; bildikleriyle amel edenler de helâk olur, ancak ihlâslı olanlar müstesna, onlar da her an onu kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar.” şeklinde devam eden hakikat sizce kime sesleniyor?
Evet, burada ‘ilim’, ‘amel’ ve ‘ihlâs’ olmak üzere üçlü bir elek var. İnsan ilimde ilerledikçe, ilmen elde edilenler yaşandıkça, işler daha da kolaylaşıyor değil, belki imtihan daha da zorlaşıyor. Çünkü son aşama ‘her an’ onu kaybetmekten bahsediyor.
Onun için kişi çok şeyler bilebilir. Ama bu bilgi onun kurtuluşuna mı, yoksa helâkine mi o belli değildir. Tabiî o bilgilerin mahiyeti de önemlidir.
Evet, bilmek güzeldir. İnsanı cahillikten kurtarır. Ama sadece bilmek değil, o bilgilerin hayata dönüşmesi de lâzımdır. Yaşanmayan bilgi omuzda yük taşımaktan farksızdır.
Adam biliyor, bildiklerini yaşıyor, ama yine kurtulamıyor. Bu sefer karşısına ‘ihlâs’ çıkıyor. Yani bu bilgi dolu ameli sen ne için, kimin için yapıyorsun? Belki de en zor soru budur. Ve bunun zamanı son nefese kadar sürmektedir.
Bir de her an onu kaybetme tehlikesi ile kişi karşı karşıya olmak insan için apayrı bir imtihan. Bunu da kazanmanın yolu, iyilikleri Allah’tan, kötülükleri ise nefsinden bilmektir.
Soruyu soran kardeşime şunu söyledim: On beş yıldır her şey güzeldi, insanlarda ilim vardı, amel vardı, hatta düne kadar ihlâs da vardı. Ama bu gün o ihlâs kaybolabilir. Yüz cümleyle kazanan, yüz birinci cümle ile kaybedebilir.
İşte bütün mesele o emaneti son nefese kadar taşıyabilmektir.
Sohbetimizin noktasını, duâsını yine esnaf kardeşlerimiz koydular:
“Benim anladığım, sen o enerji hattından, şahs-ı maneviden düştün mü, hak hukuk bir şey kalmıyor. Bizim onları, onların bizi sevmesi aynı şahs-ı manevide olmamızdanmış. O atmosferden çıkınca, muhabbet, uhuvvet, ihlâs gibi esasların koruması da kalkıyor.
Rabbim bizi bu sırlarla dolu şahs-ı maneviden, cemaatten ayırmasın. Emin olun muhabbet de, uhuvvet de oradan geçiyor.”