Bir kişi için en kötü şey, hayat bulduğu çevresiyle çatışık hale gelmesidir. Çatışma sebebi şahıssa, altında büyük oranda vefasızlık vardır.
Oysa içinde olduğu ortam, sahip olduğu imkânlar, aldığı eğitim, tanındığı çevre vb. onlarca faktörde hayat bulduğu çevrenin ciddî tesiri vardır.
İnsan, zamanla geldiği yeri, onu oraya taşıyan insanları, unsurları, kendisi için yapılan fedakârlıkları unutabiliyor. Bu insanın nankör tarafıdır.
Bir şahs-ı manevîden, bir fedakâr çevreden, bir cemaatten vefasızlıkla ayrılanlar, emin olun adeta sersemleşiyor, dengelerini kaybediyorlar. Gömlek değiştirelim derken, açıkta kalıyorlar. Fedakârlığa nankörlük tokatı celbediyor.
Aidiyeti bozulan insan, bağı kopmuş tespih tanesi gibi savrulur. Onun için ne yapıp edip cemaatiyle bağını koparmamalı insan. Evet, zaman zaman anlaşmazlıklar, farklı düşünmeler olacaktır. Bir aile gibi, cemaat içi meseleleri de meşveretle halletmeye çalışması en güzelidir.
Nasıl ki insan evlâdı bir yanlış yapınca, onu evlâtlıktan atmıyorsa, hatta ıslâhına çabalıyorsa, cemaatin bir kurumundaki eleştiri konusu gözüken bir meselede de yine aynı hassasiyet gözetilmelidir. Aidiyet bunu gerektirir.
Cemaatiyle meşreben bağını koparmış bir insanda önce nefis ve enaniyetin etkisiyle hissi bir rahatlama gözükür. Şahıs olarak cemaatini cezalandırdığını düşünür. Fakat bir zaman sonra pişmanlık hali kendini gösterir, fakat artık hatadan geri dönüş iyice zorlaşmıştır.
İşte size cemaatin şahs-ı manevisinden, duâsından, derslerinden uzaklaşmış bir beyefendinin psikolojisi; “Eskiden bir cemaatimiz vardı. Kendimizi oraya ait hissederdik. Şimdilerde ise yalnızları oynuyoruz. Muhabbetimiz bozuldu. Bir yerlere gidiyoruz, ama ne onlar bizi anlamlı buluyorlar ne biz onları. Ama kimse bunu seslendirmiyor. Evet, mahalli olarak kendimizi haklı bulduğumuz noktalar vardı, ama bu haklılık haklı bir sonuca dönüşmedi. Yaptığımız bir teklifin hemen kabul görmesini bekledik. Olmayınca da cemaate olan muhabbetimizi kaybettik. Bir haklılığımız var idi ise de, zaten şimdilerde o haklı olduğumuz konuların da bir hükmü kalmadı. Çünkü cemaatle olan bağımız kalmadı. Keşke haklı olsaydık ve o zaman anlaşılmasak dahi anlaşılmadan haklı orada kalsaydık. Günün birinde haklılığımızı aktarırdık. Şimdi o imkân da kalmadı.”
Evet açık ki, şu an cemaatin şahs-ı manevisinden ayrılan hiçbir kişinin öncesinden daha düzenli bir hizmet planı ve Nur dersleri yok.
İnsan cemaati içinde hayat buluyor. Cemaatinin yaşaması ve uzun ömürlü olması da tahkik ehli müntesiplere bağlı oluyor.
Kimsenin cebine aklını koymayan, her türlü adımlarını istişare ederek atan, istişare sistemini güçlendiren ve varsa aksaklığı gideren, şahıs değil şahs-ı manevî etrafında birlik oluşturan bir yapı elbette Risale-i Nurların hayat verdiği bir yapıdır.
İman ve Kur’ân hizmetlerini ebedileştirecek olan sır da, ihlâs ve meşveret sırrıdır. İnsan hislerine kapılıp bir adım atmayagörsün, o adımın geri atılması çok da mümkün gözükmüyor. “Ben kararımda hata ettim” diyen yok gibi. Benlik ve nefis kafesliyor insanı. Yazık oluyor hayat bulamayan hakikatlere.
Ne yapıp etmeli cemaatin şahs-ı manevisinden kopmamalı insan. Yoksa Allah muhafaza solup gitmeye mahkûm oluyor.