Yaz mevsiminde yaylamıza uğradığımda ne çok insanın mekân değiştirdiğini gördüm. Bu kadar çok gidenin olduğunu, ölümün bu kadar çok geziyor olduğunu kapanan evlerin kapılarını görünce anladım.
İşte şurada Şerife Teyze oturuyordu. Öyle nazik bir hanımefendi idi ki, Şerife Teyze. Bizim evimizin önünden kuyuya su çekmeye giderlerdi. Şerife Teyze ne zaman bizim evin önünden su almaya gitse, şöyle bizim tarafa bir göz gezdirir ve ortam sakinse bir selâm verir sessizce; yok değilse, geçer giderdi. Halen gözlerimin önünde Şerife Teyze.
Şimdi Şerife Teyze yok. O gidince yayla evinin kapısı da kapandı. Eşi Durmuş Dayı, çıkmaz oldu o olmayınca. Eşi gidince, adeta o da gitti. Şimdi o Durmuş Dayının bağı bağ değil artık. O çok insanın gelip gittiği ev, artık kapısı açılmayan bir mekân haline geldi. Şerife Teyze gidince ne çok şey gitti.
Şerife Teyzeyi ölmeden evvel son kez gördüğümde, ağır hastalanmış, onu özel bir odaya almışlardı. Anamla birlikte biz de ziyaretine gitmiştik. Kimseyi almadıkları Şerife Teyzenin yanına anamı ve beni almışlardı. Biz de anamla birlikte onunla biraz sohbet ettik. Ne de olsa anamla onlar çocukluk arkadaşlarıydı. Ben bir şeyler okudum ve ona dedim ki, ‘Şerife Teyze, sen tam bir melek olmuşsun. Bembeyaz örtüler içerisinde Cennetinin açılmasını bekliyorsun.’ Şerife Teyze öyle tatlı bir gülümsedi ki, mimiklerinde adeta yeni bir hayatın izleri vardı. Rabbimiz, kulunun gideceği yere onu daha dünyada iken hazırlıyordu.
**
İşte şu mekân da rahmetli Fehmi Dayımındı. Bağ onundu. Bahçe onundu. Ne üzümler yedi insanlar o bağdan. Ne armutlar topladı yoldan gelip geçen insanlar!
Dayım, verirdi. ‘Toplayın, götürün, yeyin, için’ derdi.
Şimdi gelen giden yok.
Çocukları bile gelemiyor artık yayla evine, bağına, bahçesine.
Ne yapacaksın hayat böyle işte.
Dayımın felç olduktan sonraki günleri hatırlıyorum.
Mübarek, gülüyor da gülüyordu. Konuşuyordu da konuşuyordu.
Ama belli olan bir şey vardı ki, hayat doluydu, neşe doluydu.
Şimdi dayım yok. Şimdi o kapı da kapandı.
Yaylanın bir işlek yolu daha işlemez hale gelmişti.
**
İşte burası da babamın mekânı.
Yani lâkabıyla Dursunali Mustafa’nın evi?!
Yol üstündeydi onun evi.
Gelen uğrar geçen uğrardı.
Doksanlı yaşlara gelmişti artık.
Kim Sarınca gelse, ‘Doksan yıllık Mustafa Dayı oralardadır.’ derlerdi ve gelirlerdi.
Bakımlı bir bağ, budanmış erik ağaçları, armut ağaçları, yolunmuş otlar, ‘Buralar sahipsiz değil’ mesajı verirdi.
Ya şimdi?
Şimdi artık Mustafa Dayının da kapısı kapandı.
O çok erkenden gelirdi yaylaya, çok geç dönerdi.
Yaylayı o yaylardı.
Baharın çimenlerini, ağaçların çiçek zamanlarını, meyveye durduğu anları, öncesini sonrasını hep o bilirdi yaylanın.
Şimdi Mustafa Dayı da yok.
Bakımlı bağ yok. Budanmış ağaçlar yok.
Şimdi buralarda her şey, ‘yok bizimle ilgilenen’ diyor.
O yaşlı kedi gelmiyor artık.
Ağaçtan kaşık yapan, hediye eden Mustafa Dayı yok.
Şimdilerde herkes oralardan geçerken, ‘Mal, sahibiyle yaşarmış’ diyorlar.
**
Bir yılın içinde ne çok şey değişmiş burada. Ne çok yolculuk olmuş.
Kabul edelim ki, gidenin yeri dolmuyor. Kapanan bir kapı bir daha zor açılıyor.
Gençler artık köy çocuğu, yayla çocuğu değil, şehir çocuğu olmak istiyor. Onun için kimse buralarda yaşamayı tercih etmiyor.
Oysa daha düne kadar ne büyük anlamı vardı bu yaylanın. Kendimi bir garip hissettim, daha düne kadar hayat dolu olan yaylamızda. Öyle koşuşan hayvanlar, ötüşen kuşlar, çoluk-çocuk sesleri, günlük hayatın tabiî gürültüsü kalmamış artık.
Cazip dâvetler gelmiş ki, buralarda kimsecikler kalmamış, göçmüş insanlar.