Ruh ne zaman yorulur? Ne yapınca yorulur? Hastalanır mı? Neden hastalanır, ruh hastası olur?
Maddî bir varlığı olmasa da, maddî varlıkları hayatlandıran bir iksirdir ruh. O olmadan hayat olmaz. O çıkınca bedenden can çıkar. Bedenin de varlık sebebi aslında ruha mesken olmaktır. Ruh yoksa beden de anlamsızdır.
Mevlânâ’nın Farsça Mesnevî’sinin ilk beyitleri tam da bu konuyu ele alır:
“Bişnev ez ney çuun hikâyet mi konet, vez cüdayiha şikâyet mi konet”
Ney, kamışlıktan koparıldıktan beridir, ayrılıktan dolayı hep inlemektedir.
Ruh, ruhlar âleminden ayrıldıktan beridir hep bir özlem içerisindedir. Neyin bütün hikâyeleri bu ayrılığın şikâyeti üzerinedir.
Ruh, ruhlar âlemine dönünceye, hapsedilen beden kafesinden çıkıncaya kadar bu inleme, bu sızlama, bu dertlenme sürecek.
Peki ruh ne zaman dinlenecek, nefes alacak, rahatlayacak?
Ruh, manevî, ruhanî, ulvî ortamlardan lezzet alıyor. Yüksek, ulvî ruhların bulunduğu mekânlar ruh için dinlenme vasıtası oluyor. Ruhlar âlemine (Sahibine) dönüşü çağrıştıran, hasreti gidermeyi anlatan her şey ruha iyi geliyor. Dünya ve dünyalıklara bağlılık ise ruha azap veriyor.
Hasret çekmek ruhun kaderidir. Ama bir gün bu hasret bitecektir. Türkülerde, şarkılarda, ağıtlarda, aşklarda hep bu ayrılığın, kavuşamamanın terennümü vardır. Ve bu terennüm de hikmetlidir.
Bu serüveni bilen olgun ruh, sakince kavuşma gününü bekler. Oysa kavuşmak için hırçınlaşan ruh, kendi kendini hasta eder. Kader inancı, bu hastalığın ilâcıdır. Kader gelince gören göz görmez olur. Kader, kederi kaldırır.
Ruhun kavuşması oluncaya/ölünceye kadar bu inleme devam edecektir.
Bu da ruhun kaderidir. Ruhu, Sahibine kavuşmayı anlatan manevî zikirlerle, sohbetlerle beslemek onun tedavisidir. Bu ulvî cihaz böyle işliyor.