"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bir kış gecesiydi…

Selim GÜNDÜZALP
11 Ocak 2015, Pazar
Ne zaman kar yağsa; aklıma çocukluğum, eski evimiz ve babam gelir..Bir de babamın kulağıma adeta fısıldayışla anlattığı bir hatıra..

Pencerenin gerisinde yanak yanağa vermiş ve dışarıda karın yağışını seyreden yüzler hayalimde canlanıyor..

Saatlerce hiç bıkmadan ve usanmadan seyredilecek bir manzara bu..

Seyrettikçe insanın içi temizleniyor..

Ne hayaller kurardık, dinlediğimiz o aziz hatıraların ışığında..

Ruhumuz mayalanırdı belki de.

O kar yağan gecelerde..

Severdik Allah’ı, şükrederdik..

Kışın soğuğunu unuturduk, ısınırdı bu neşeyle içimiz..

İşte Allah’a iman böyle bir şey..

Bu nimeti evlâdıyla paylaşmak, bin ziyafetten daha lezzetli ve daha keyiflidir.

Kaçırmamak lâzım bu fırsatı..

Misafir dedik ya, çok da kalmıyor..

Görevini yapıp gidiyor..

...

Karlar seyredenlerin de içini yıkıyor, bembeyaz ediyor sanki..

Birbirine benzemeyen ve her biri çok san’atlı olan kar tanelerinin o kadar uzak yerlerden dünyamıza misafireten gelişleri de, gerçekten hayret edilecek bir şey..

Demek ki; gönderen belli..

Çünkü her şey her şeyle ilgili..

Yerlerin ve göklerin sahibi kim ise, onları dünyamıza gönderen de O..

Rahmandır O..

Her bir işinde sayısız hikmetler vardır O’nun..

Her bir kar tanesinin meleklerin gözetiminde ağır ağır indirilişinde, bir değil binler hikmet var.. 

Bir tanesi meselâ..

Bizler bu manzarayı doya doya seyredelim, bu güzelliğe şahit olalım ve ibret alalım diye, belki de böyle ağır ağır, usûl usûl indiriliyor.. 

Siz ne dersiniz?

Pencerenin gerisinde, sevgiyle gülümseyen neşeli çocuk yüzlerini görmek insanı mutlu ediyor..

Bu kadarla da kalmıyor kış mevsimi..

Şefkatli bir anne gibi elimizden tutup, hatıraların içine atıyor bizi..

Hatıralar bir bir canlanıyor..

İşte onlardan bir tanesi..

...

Yıllar önceydi..

Sanırım mevsimin ikinci karları yağıyordu. Babam dükkândan gelmiş, pijamalarını giymişti..

Akşam yemeğini de yer sofrasında yemiştik.. Babaannem, halam, annem, babam ve kardeşlerimle beraber..

Babam eline gazetesini almış, mutfak camının önündeki sedirde uzanıp okumak ve ara ara da kestirmek üzereyken, meyveler belirdi annemin elinde. 

Tabiî ki portakal ve mandalina.. 

Kabukları ziyan olmazdı, birazcık kurutulur, kuzine üzerinde ve kokusu odaya yayılırdı. Bu koku hâlâ burnumda tüter durur. 

Babam, itinalı bir şekilde soyardı portakalı. Sonra da dilimlerine ayırır; bir bana, birer tane kardeşlerime ikram eder, sevinçle, güle oynaya, konuşa koklaya yerdik bu nimeti. 

Rabbimizin nimeti ne yaz ne kış eksilmiyordu bu bereketli sofralardan. 

Nimeti gönderene şükürler ederdik.  Kimi zaman usûlca, kimi zaman seslice...

Kar yağdığı geceler, camdan dışarısını seyretmeye doyamazdım. Gizemli gelirdi, satıcıların bir yaklaşan, bir uzaklaşan sesleri... Beyaza vuran gölgeleri, donmuş karların üzerindeki gacur gucur ayak sesleri... Heyecanlandırırdı beni..

Satıcılardan bozacının, koz helvacının, bir de Ramazanda sahurda davulcunun sesini merak ederdim en çok.. Karanlığı yarıp gelen dost seslerdi bunlar..

Üşür müydü bu adamlar acep, ne satarlar, ne kazanırlardı? 

Ayakkabıları sağlam mıydı? 

Su geçirir miydi?

Bu soğukta bu karda kışta sırtlarında onları ısıtacak bir paltoları olsun var mıydı acaba? 

Camın gerisinden onlara el sallardım. 

‘Sizinle beraberim’ demek isterdim..

Selâmımı alırlardı..

Sevinirdi onlar da..

Bir daha bağırırlardı aşk ile:

“Bozacıııı.. Helvacııı..”

Sokağın karanlık bir köşesinden çıkıp gelen bu insanlar, benim vazgeçilmez kahramanlarımdı.. Hepsini rahmetle yad ediyorum..

Bizim eski ev, epey zelzele  görmüş..

İlkinde (1943) kıyamdan rükûya varmış;

İkincisinde (1967) ise, secdeye varmak üzereyken tarafımızdan yıkılmıştı.

Şimdiki ev, o eski evin küllerinden doğdu. Ah o eski evin mutfak camı! Ne hatıralar gizlerdi benim için. 

Çavuş üzümleri bir uzanımlık mesafedeydi.. Asmanın bir ucu, ta bahçeden evin mutfak camına  kadar dolanırdı.. 

Asmaların yaprakları sararmaya başladı mı, artık kış yakındır, anlardık..

İnanamazdık çocuk aklımızla bunca yeşillik bir gecede nasıl da bembeyaz bir elbiseye bürünürdü. 

Kimdi bu terzi, her varlığa yakışan elbiseyi onca renk arasından seçen, tercih eden kimdi?

Saflığın, temizliğin, paklığın sembolü beyazı seçen biri olmalıydı mutlaka. 

Çatılara dantelalar örülürdü melekler tarafından. 

O zaman bilemezdik daha, her kar tanesinin birbirinden farklı olduğunu. 

Bunca sene, bunca kar tanesi arasında birbirine benzeyene rastlanmamıştı.

W. Bestley’i, bu bilim adamını o zaman henüz tanımamıştım. Ama onun incelediği her bir kar tanesinin sahibini, yaratanını, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak derecede şeksiz şüphesiz biliyordum.

Yıllar sonra W. Bestley’in ilk defa fotoğraflarını çektiği, o binlerce kar tanesinin bulunduğu kitabı da Rabbim nasip etti, çok şükür.

Bir kar tanesi beni Rabbime götürmeye yeterken; bu koca kâinatta hâlâ yabancı gibi dolaşan yalnız adamları, Yaradandan uzaklarda kalmış ve kaybolmuşları, hiç anlamadım hiç..

Her ne ise...

Biz o hatıraya dönelim..

Ben o gece yine perdeyi aralayıp camdan karın yağışını seyretmeye hazırlanıyordum. 

Birden kendimi babamın sıcak kucağında buldum. 

İki eliyle beni sımsıkı kavramıştı. 

Baş başa yanak yanağa verdik, camdan karın yağışını seyrediyorduk. 

Evimiz, üç sokağın kesiştiği bir yerdedir. Tam köşedeki ağaç direkten lambamız ise, üç sokağı da aydınlatmaya yetiyordu..

Bakır teller, yavaş yavaş karların ağırlığı altında kalınlaşıp esnese de, bu yüke sanki alışmıştılar.

Hele şapkalı sokak lambasının sarı ışığında yağan karları seyretmek, esrarengiz bir diyara doğru, yolculuğa çıkmak demekti..

Bu ne büyük bir mutluluktu Rabbim. 

Dünyada cennet köşesi bir mekândı orası o an benim için. 

Öylece seyre daldık babamla manzarayı. “Bak, sana bir hikâye anlatayım” dedi babam.. 

O bembeyaz karların içinden aklımı, kızıl kum çöllerinin içine, ‘saadet asrı’na çekti birden. 

Cam aralıklarından sızan soğuklara ve uğuldayan rüzgâra rağmen, kuzine sobasının sırtımıza vuran sıcaklığı mest ediyordu bizi. Sobanın üstü de hiçbir zaman boş kalmazdı.

İki kap yemeklik malzeme demlenirdi daima. 

Bir gözünde de sıcak su hazırdı hep. 

Sedirle kuzine arasındaki minderler ise, kedimiz “Gümüş” ile benim paylaşamadığımız köşeydi...

Babam anlatırken sobanın sıcaklığı Gümüş’ü gevşetmiş olmalı ki, ahenkli mırıltıları ya da “Ya Rahim”leri kulağa hoş geliyordu..

O gece babamdan dinlediğim bu Asr-ı Saadet öyküsüne, yıllar sonra bir kaynakta da rastlayınca çok sevindim, duygulandım.

Babamın anlatış tarzı, ses tonu, jestleri ve mimikleri bende saklı kalsın..

Şimdi bu olayı size kaynağından aynen aktarmakla yetineyim:

Bir gün Hz. Peygamber (asm), Allah yolunda cihad etmenin faziletinden bahsediyordu. O kadar ki, o yolda şehit düşenlerin karşılaşacağı nimetler ve göreceği ikramlar dinleyenleri âdeta mest ediyordu. İşte bu dinleyenlerin arasında Nevfel adında birisi de vardı.

Silâhını kuşanıp atına binip Hz. Peygamber’in (asm) yanına geldiği zaman, anneciği de yanında idi.

Kadıncağız ağlayarak:

“Yâ Resûlallah! Benim gözümün yaşına acı. Benim hayatımda gören gözüm ve tutan elim, bu oğlumdur. Bundan başka sığınacak kimsem yoktur. Çok garip ve fakirim. Oğlum da çok gençtir. Harb etmesini bilmez. Soğuğa sıcağa dayanamaz. Sonra ben yalnız kalır, kötü durumlara düşerim. Kimse hâlimi bilmez” dedi.

Resûl-i Ekrem (asm) kadına acıdı ve Nevfel’e:

“Evlâdım, ben sana kefil oluyorum. Cihâd sevabını aynen alacaksın. Şehid olma mertebesini de kazanacaksın. Yaşlı ve kederli annenin rızâsını al, göz yaşlarını akıtma. Bize şefâate gelmişken onu ayrılık ateşine yakma” buyurdular.

Nevfel:

“Yâ Resûlallah (asm), beni cihâddan geri bırakmayınız. Bu arzumdan vazgeçmek elimde değil. Hak yoluna canımı ve başımı koymuşum. Anneme duâ buyurunuz; Rabbim ona çok sabırlar versin” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (asm), Nevfel’in annesine:

“Gel, bu yiğidi hayırlı yoldan alıkoyma!” buyurdular.

Annesi Hz. Peygamber’in (asm) ricası karşısında:

“Yâ Resûlallah (asm), oğlum savaş hâllerini bilmez, ama onun her hâlini koruyup gözetmen için sana ısmarladım” dedi.

Hz. Peygamber (asm) kadıncağızın bu dileğini kabul ettiler.

Sefer bitti ve İslâm ordusu, pek çok ganimetle birlikte geri döndü. Ancak bazı Sahabeler şehit olmuşlardı. Nevfel de onlardan biriydi.

Nevfel’in annesi Resûl-i Ekrem’in (asm) huzuruna varıp, oğlunu sordu. O Şefkâtli Nebi (asm) bu haberi annesine vermekle onun gönlünü incitmekten çekindi. “Geride kaldı, gelenlerden sor!” buyurdu.

Kadıncağız, Hz. Ali’nin (ra) yanına geldiğinde ona sordu. 

Hz. Ali (ra):

“Resulullah’tan sordun mu?” dedi.

Kadıncağız:

“Evet, sordum” deyince, 

Hz. Ali (ra), Resûl-i Ekrem’in (asm) kadının kalbini incitmemek için böyle söylediğini anladı ve arkadakileri göstererek:

“Geriden gelene sor” dedi.

Kadıncağız geriden gelen Hz. Osman (ra) ve Hz. Ömer’den de (ra) aynı cevabı aldı.

Yol bekleyen gözleri Hz. Ebu Bekir’i (ra) gördü. Nevfel’ini gelip, Hz. Ebu Bekir’den (ra) sordu. Resûl-i Ekrem’in (asm) mağara arkadaşı, mübarek sakalını dudakları arasında sıkarak içinden:

“Ya Rabbî, bir gönül kırmaktan Habib-i Ekrem’in sakındı ve Ali ve Osman ve Ömer de kaçındı. Ben zor bir halde kaldım. Eğer Nevfel’in şehit olduğunu söylesem, Hz. Peygamber’e (asm) muhalefet etmiş olurum. Eğer ‘Geride kaldı, geliyor’ desem, yalan söylemiş olurum. Doğru söylesem, bir gönlü yıkmış olurum. Yalan söylersem din yıkılır. Sen bana bir söz ilham et. Bu annenin yanık yüreğini teselli edecek bir kolaylık ihsan eyle…” diye dûa etti ve içten gelerek: 

“Yâ Allah!” dedi.

O anda okun yaydan çıktığı gibi Nevfel, elinde kılıç olduğu halde sür’atle geldi. 

Hz. Ebu Bekir’e (ra) selam verip:

“Beni mi çağırdın yâ Ebu Bekir? Buradayım!” dedi. 

Hz. Ali’ye (ra) ve bütün Ashab-ı Kirama selâm verdi. Bütün sahabeler hayrete düştüler.

Zübeyr bin Avvâm (ra) diyor ki: 

Resûlullah (asm) seferden dönünce mescide gidip iki rekât namaz kılar idi. 

Bu sefer de Resul-i Ekrem (asm) mescidde oturuyordu. Kapıda bir kalabalık toplandı. Nevfel’in içeri girip selam verdiğini gördüler. Resûl-i Ekrem (asm) Nevfel’i karşılayıp selâmını aldı. Otururken:

“Bu, Allah’ın bir âyetidir, acaba kimin duâsıyle meydâna gelmiştir?” dedikleri sırada, Cebrail (as) gelip:

“Ya Resûlallah (asm)! Şükür secdesi et! Cenâb-ı Hak, ümmetinden Hz. İsa (as) gibi ölüleri dirilten birini yaratmıştır. Allah selâm ediyor, ‘Mağara arkadaşın Sıddık sakalı ağzında iken bir kere daha Ya Allah deseydi, İzzetim ve Celalim hakkı için bütün şehidleri diriltirdim. Ben, Ebu Bekir’den razıyım. O da benden razı mıdır? Onun sözünün üzerine Nevfel’i dirilttim. Çünkü o câhiliyet devrinde yalan söylememiştir’” buyurduğunu haber verdi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (asm), Hz. Ebu Bekir’in (ra) sakalını öpüp Cebrail’in (as) getirdiği müjdeyi haber verdikten sonra:

“Allah sana büyük bir ikramda bulunmuştur. Rabbime hamd olsun ki, ben dünyadan ayrılmadan önce ümmetimden Hz. İsa (as) gibi Allah’ın izniyle ölüleri dirilten birini gösterdi.” buyurdu.

Bu olaydan sonra Nevfel iki yıl daha yaşadı. 

Evvelki oğullarından başka iki oğlu daha oldu. 

Sonra Yemâme harbinde şehit oldu.

Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlallah…

Okunma Sayısı: 2219
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı