"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Şükrümüze şükürler olsun

Selim GÜNDÜZALP
14 Aralık 2014, Pazar
Önce şükrünü eda etmeliyiz nimetlerin. Tefekkür bile edemeden sorgulamak kimin haddine? Evet, insana sadakat yakışır. Takdir ve şükür yakışır. Belki böyle yapan azdır. Ama Allah’ın sevgili bir kulunun da o insan olduğundan şüphe yoktur.

Dünya hangi şekle girerse girsin, içimin dünyası hep aynı renk, hep ümit dolu…

Neden öyle olmasın ki?

Her şey keyfimce gitmese de, onu öyle dileyen var. Onu biliyorum ya, yeter. Onun bilmesi, Onun istemesi kâfi derecede mutluluk veriyor insana.

Neden mi? Gayet basit. İnsan, sevdiğinin sevdiğini istemez mi? Onun arzusuna evet demez mi? Madem bu yoldasın ve seviyorsun Rabbini, o zaman sen de sevmelisin O’nun sevdiklerini, kabul etmelisin istediklerini, senin hakkında takdir ettiklerini. Yüzünü ekşitmemelisin hemen...

Hani meşhur hikâyedir; sen de bilirsin...

Padişahın biri, vezirini yanına alıp has bahçesine götürmüş. Mevsim yaz, bahçede de kavunlar ve karpuzlar ağzının suyunu akıtıyor insanın. Padişah, karpuzlardan birine elini atıp kesmiş, bir dilim ikramen vezirine uzatmış.  Vezirin, afiyetle yediğini gören padişah, kendisi de bir lokma almış karpuzdan. Ağzına atmış. Ama atar atmaz yüzünün şekli değişmiş. Meğer karpuz kelekmiş, hammış daha:

“Bre vezirim, senin zevkle ve iştahla yiyişine bakıp ben de bir lokma aldım, ama aldandım. Sen nasıl yedin o ham dilimi şevkle öyle?”

Vezir:

“Efendim müsaade buyurun. Bunca senedir bu has bahçenizden tatlı ve leziz meyvelerden epey nimetlendik Rabbimizin izliyle. Kırk yılın başında içlerinden biri kelek çıkınca, yüzümü buruşturmayı kendime yakıştıramadım. Civanmertliğe sığmaz böyle davranmak diye düşündüm.”

Padişah vezirin açıklamasından memnun olmuş. Kendisi de ders almış.

Hikmet, mü’minin yitiğidir. Nerede görse almalı değil mi?

Biz de bu dünya misafirhanesinde Rabbimizin doğduğumuzdan bu ana kadar sunduğu her nimete karşı kadirşinas ve hakperest olmalıyız. Bir vezir padişahına karşı böyle yapsın da, in-sanoğlu kendisini yaratan Rabbine karşı şükür içinde olmasın; ona yakışmaz doğrusu...

Önce şükrünü eda etmeliyiz nimetlerin. Tefekkür bile edemeden sorgulamak kimin haddine?

Düşünelim bir kere… Ana rahminde, gözle görülmeyen o yerde bile bizi bir kordon vasıtasıyla beslemiyor mu Rabbimiz? Sonra dünyaya geldiğimizde de en leziz nimetlerle beslemeye, nimetlendirmeye devam etmiyor mu? Hangi nimetin hakkını tam verebildik ki? Arada bir hoşumuza gitmeyen işler zuhur etse de, hikmetini tam görmeden, bilmeden, yüzümüzü gözümüzü buruşturmaya kalkmak neyin nesidir?

Evet, en az padişahın veziri kadar sadakat yakışır insana, takdir ve şükür yakışır…

Başımıza gelen birçok şey zaten kendi tedbirsizliğimiz ve dikkatsizliğimizden olmakla beraber, hadi arada bir hasta olduk diyelim ya da bize şer gibi görünen bir olayla karşılaştık diyelim, hemen yüzümüzü ekşitmek neden?

Yaradana sığınıp sıhhat afiyet, bolluk ferahlık içinde geçen günleri de şöyle bir hatırlamamız gerekmez mi?

Evet, insana sadakat yakışır. Takdir ve şükür yakışır. Belki böyle yapan azdır. Ama Allah’ın sevgili bir kulunun da o insan olduğundan şüphe yoktur.

Hz. Ali (kv) der ki:

“Arkadaşlarının arasında Allah’a sevgi duymayan biri varsa; pazardaki tellâlın bir malı açık artırmada satışa çıkarması gibi, sen de çıkar o kişiyi arkadaşlığından.”

Biz bizi, kendimizi bile bilmez iken, her şeyi bilen ve bize bu güzel hayatı takdir edene şükredenlerin safında el bağlarız. Nimetleri o kadar çoktur ki…

Bakın, ne diyor Yunus:

“Cümle yerde Hak nazır; göz gerektir göresi…”

Nereye bakarsan bak, her yerde Hak’tan, Rabbinden binbir işaret var, binbir nimet var. Gözünü şükürle açıp kapayan, gözüne de ibadetlerin en güzelini yaptırmış olur.

Olumsuzluklara gerek yok. Perdeler her açıldığında, değişen manzaralar ve mânâlar görünür. Bazen mahrumiyet kapıları bile insana en geniş imkân ve ferahın kapılarını aralar.

Dünya bunun örnekleriyle dolu.

Öyle der Mevlânâ:

“Üzülme; bir yandan korku, bir yandan ümidin varsa iki kanatlı olursun, Tek kanatla uçulmaz zaten.

Sopayla kilime vuranın gayesi kilimi dövmek değil, kilimin tozunu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır. Niye kederlenirsin?

Taş, taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olamaz. Yüzük olmak dileyen taş, ezilmeyi yontulmayı göze almalıdır.”

Güzellik ve mutluluk okyanusu göz önünde dururken, niye şeytanın ve nefsin vesveselerine kapılıp ayak altındaki çamurlu sularda gezelim ki?

Ne güzel der Yunus:

“Her dem taze doğarız.

Bizden kim usanası?”

Sen yeniden doğmaya bak.

Annemizden doğmakla iş bitmiyor.

Her an yeniden doğar, her an tazelenir insan.

Hele bir de “Lâ ilahe illallah” desin insan...

Evet, insan mutlu oldu mu, kendi üzerindeki koku da etrafa yayılmaya başlar. Şükür kokusu parfümleri geride bırakan bir kokudur. İçte ne varsa dışa o yansır.

Yine meşhur hikâyedir:

Vaktiyle bir adam hamamda kil ile yıkanıyormuş. Birden kilden bir gül kokusu çıkmış. Adam kile sormuş:

“Nasıl böyle bir koku çıkarabiliyorsun?”

“Biliyorum, ben bir toprağım.” demiş, “Üç gün gül ile arkadaşlık yaptım da, kokum ordan geliyor.”

Şu dünyada kırk elli yıl Allah’ın nimetleriyle yaşayan bir insana da, kildeki kadar da olsa bir vefa yaraşır.

Gül gibi arkadaşlar, hayatı gül gibi yapar. Gül gibi güzel kokular çıkarır üzerinden. Rabbim cümlemize güllerle arkadaşlık yapmayı nasip etsin. Rabbim cümlemize gül gibi kokmayı nasip eylesin…

Her yerde olumsuzluk peşinde koşan, çirkinliklere bakarak güzellikleri gözden kaçıranlara, göz açıp bir daha bakmalarını tavsiye ederiz.

Biz istemeden her şeyi veren Allah, biz istedikten sonra neler vermez ki?..

İstemeyi bilelim. Vakit varken el açıp dileyelim. Fırsatlar dünyasıdır bu dünya. Şükürle tamamlanır nimetler. Nimeti nimet eden, şükürdür. İnsanı insan eden, şükürdür. İnsana şükür yaraşır.

Bazen anında verir, bazen vermez, bazen erteler ama vaktini O bilir.

O bize herkesten şefkatlidir.

Bize bir şeyin lâzım olup olmadığını O bilir ve ona göre verir.

Çocuk hep emmek ister, ama anne de onun ihtiyacı olan zamanı bilir, ona göre verir. Şimdi, annenin çocuğa şefkati yok diyemezsiniz. Asıl merhamet, ihtiyacı olan gıdayı ona zamanında vermektir.

Ne demiş atalarımız:

“Vakitsiz yenen aş, ya mide ağrıtır ya da baş…”

Yaradan, kuluna anneden daha şefkatlidir. Hem annelerin sinesine o şefkati koyan kimdir ki?

Yaradan bilir yarattığını, ona göre verir ihtiyacını.

Bunu bilmek, insanı insan eder, daha ötesi âdem eder.

Bizim vazifemiz, Rabbimizin icraatına ibretle ve hikmetle bakmaktır. Fuzulîyane karışanlar, haddini aşmış olurlar.

Ne yapalım peki? Hüsnüzanla bakıp hayra yoralım, “vardır bir hikmeti” diyelim.

“Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi ‘Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler’ de, pencerelerden seyret, içlerine girme.” (Mektubat, 219)

Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlallah…ünya hangi şekle girerse girsin, içimin dünyası hep aynı renk, hep ümit dolu…

Neden öyle olmasın ki?

Her şey keyfimce gitmese de, onu öyle dileyen var. Onu biliyorum ya, yeter. Onun bilmesi, Onun istemesi kâfi derecede mutluluk veriyor insana.

Neden mi? Gayet basit. İnsan, sevdiğinin sevdiğini istemez mi? Onun arzusuna evet demez mi? Madem bu yoldasın ve seviyorsun Rabbini, o zaman sen de sevmelisin O’nun sevdiklerini, kabul etmelisin istediklerini, senin hakkında takdir ettiklerini. Yüzünü ekşitmemelisin hemen...

Hani meşhur hikâyedir; sen de bilirsin...

Padişahın biri, vezirini yanına alıp has bahçesine götürmüş. Mevsim yaz, bahçede de kavunlar ve karpuzlar ağzının suyunu akıtıyor insanın. Padişah, karpuzlardan birine elini atıp kesmiş, bir dilim ikramen vezirine uzatmış.  Vezirin, afiyetle yediğini gören padişah, kendisi de bir lokma almış karpuzdan. Ağzına atmış. Ama atar atmaz yüzünün şekli değişmiş. Meğer karpuz kelekmiş, hammış daha:

“Bre vezirim, senin zevkle ve iştahla yiyişine bakıp ben de bir lokma aldım, ama aldandım. Sen nasıl yedin o ham dilimi şevkle öyle?”

Vezir:

“Efendim müsaade buyurun. Bunca senedir bu has bahçenizden tatlı ve leziz meyvelerden epey nimetlendik Rabbimizin izliyle. Kırk yılın başında içlerinden biri kelek çıkınca, yüzümü buruşturmayı kendime yakıştıramadım. Civanmertliğe sığmaz böyle davranmak diye düşündüm.”

Padişah vezirin açıklamasından memnun olmuş. Kendisi de ders almış.

Hikmet, mü’minin yitiğidir. Nerede görse almalı değil mi?

Biz de bu dünya misafirhanesinde Rabbimizin doğduğumuzdan bu ana kadar sunduğu her nimete karşı kadirşinas ve hakperest olmalıyız. Bir vezir padişahına karşı böyle yapsın da, in-sanoğlu kendisini yaratan Rabbine karşı şükür içinde olmasın; ona yakışmaz doğrusu...

Önce şükrünü eda etmeliyiz nimetlerin. Tefekkür bile edemeden sorgulamak kimin haddine?

Düşünelim bir kere… Ana rahminde, gözle görülmeyen o yerde bile bizi bir kordon vasıtasıyla beslemiyor mu Rabbimiz? Sonra dünyaya geldiğimizde de en leziz nimetlerle beslemeye, nimetlendirmeye devam etmiyor mu? Hangi nimetin hakkını tam verebildik ki? Arada bir hoşumuza gitmeyen işler zuhur etse de, hikmetini tam görmeden, bilmeden, yüzümüzü gözümüzü buruşturmaya kalkmak neyin nesidir?

Evet, en az padişahın veziri kadar sadakat yakışır insana, takdir ve şükür yakışır…

Başımıza gelen birçok şey zaten kendi tedbirsizliğimiz ve dikkatsizliğimizden olmakla beraber, hadi arada bir hasta olduk diyelim ya da bize şer gibi görünen bir olayla karşılaştık diyelim, hemen yüzümüzü ekşitmek neden?

Yaradana sığınıp sıhhat afiyet, bolluk ferahlık içinde geçen günleri de şöyle bir hatırlamamız gerekmez mi?

Evet, insana sadakat yakışır. Takdir ve şükür yakışır. Belki böyle yapan azdır. Ama Allah’ın sevgili bir kulunun da o insan olduğundan şüphe yoktur.

Hz. Ali (kv) der ki:

“Arkadaşlarının arasında Allah’a sevgi duymayan biri varsa; pazardaki tellâlın bir malı açık artırmada satışa çıkarması gibi, sen de çıkar o kişiyi arkadaşlığından.”

Biz bizi, kendimizi bile bilmez iken, her şeyi bilen ve bize bu güzel hayatı takdir edene şükredenlerin safında el bağlarız. Nimetleri o kadar çoktur ki…

Bakın, ne diyor Yunus:

“Cümle yerde Hak nazır; göz gerektir göresi…”

Nereye bakarsan bak, her yerde Hak’tan, Rabbinden binbir işaret var, binbir nimet var. Gözünü şükürle açıp kapayan, gözüne de ibadetlerin en güzelini yaptırmış olur.

Olumsuzluklara gerek yok. Perdeler her açıldığında, değişen manzaralar ve mânâlar görünür. Bazen mahrumiyet kapıları bile insana en geniş imkân ve ferahın kapılarını aralar.

Dünya bunun örnekleriyle dolu.

Öyle der Mevlânâ:

“Üzülme; bir yandan korku, bir yandan ümidin varsa iki kanatlı olursun, Tek kanatla uçulmaz zaten.

Sopayla kilime vuranın gayesi kilimi dövmek değil, kilimin tozunu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır. Niye kederlenirsin?

Taş, taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olamaz. Yüzük olmak dileyen taş, ezilmeyi yontulmayı göze almalıdır.”

Güzellik ve mutluluk okyanusu göz önünde dururken, niye şeytanın ve nefsin vesveselerine kapılıp ayak altındaki çamurlu sularda gezelim ki?

Ne güzel der Yunus:

“Her dem taze doğarız.

Bizden kim usanası?”

Sen yeniden doğmaya bak.

Annemizden doğmakla iş bitmiyor.

Her an yeniden doğar, her an tazelenir insan.

Hele bir de “Lâ ilahe illallah” desin insan...

Evet, insan mutlu oldu mu, kendi üzerindeki koku da etrafa yayılmaya başlar. Şükür kokusu parfümleri geride bırakan bir kokudur. İçte ne varsa dışa o yansır.

Yine meşhur hikâyedir:

Vaktiyle bir adam hamamda kil ile yıkanıyormuş. Birden kilden bir gül kokusu çıkmış. Adam kile sormuş:

“Nasıl böyle bir koku çıkarabiliyorsun?”

“Biliyorum, ben bir toprağım.” demiş, “Üç gün gül ile arkadaşlık yaptım da, kokum ordan geliyor.”

Şu dünyada kırk elli yıl Allah’ın nimetleriyle yaşayan bir insana da, kildeki kadar da olsa bir vefa yaraşır.

Gül gibi arkadaşlar, hayatı gül gibi yapar. Gül gibi güzel kokular çıkarır üzerinden. Rabbim cümlemize güllerle arkadaşlık yapmayı nasip etsin. Rabbim cümlemize gül gibi kokmayı nasip eylesin…

Her yerde olumsuzluk peşinde koşan, çirkinliklere bakarak güzellikleri gözden kaçıranlara, göz açıp bir daha bakmalarını tavsiye ederiz.

Biz istemeden her şeyi veren Allah, biz istedikten sonra neler vermez ki?..

İstemeyi bilelim. Vakit varken el açıp dileyelim. Fırsatlar dünyasıdır bu dünya. Şükürle tamamlanır nimetler. Nimeti nimet eden, şükürdür. İnsanı insan eden, şükürdür. İnsana şükür yaraşır.

Bazen anında verir, bazen vermez, bazen erteler ama vaktini O bilir.

O bize herkesten şefkatlidir.

Bize bir şeyin lâzım olup olmadığını O bilir ve ona göre verir.

Çocuk hep emmek ister, ama anne de onun ihtiyacı olan zamanı bilir, ona göre verir. Şimdi, annenin çocuğa şefkati yok diyemezsiniz. Asıl merhamet, ihtiyacı olan gıdayı ona zamanında vermektir.

Ne demiş atalarımız:

“Vakitsiz yenen aş, ya mide ağrıtır ya da baş…”

Yaradan, kuluna anneden daha şefkatlidir. Hem annelerin sinesine o şefkati koyan kimdir ki?

Yaradan bilir yarattığını, ona göre verir ihtiyacını.

Bunu bilmek, insanı insan eder, daha ötesi âdem eder.

Bizim vazifemiz, Rabbimizin icraatına ibretle ve hikmetle bakmaktır. Fuzulîyane karışanlar, haddini aşmış olurlar.

Ne yapalım peki? Hüsnüzanla bakıp hayra yoralım, “vardır bir hikmeti” diyelim.

“Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi ‘Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler’ de, pencerelerden seyret, içlerine girme.” (Mektubat, 219)

Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlallah…

Okunma Sayısı: 3337
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı