15 Temmuz ihtilâl kalkışmasının üzerinden tam bir ay geçti.
Zihinleri işgal eden yüzlerce soruya, hükümetin bu güne kadar bize verdiği bilgiler henüz tam cevap olamadı. Göz altılardaki soruşturmalar ve mahkemelere yansıyacak ikinci-üçüncü ifadelerle, hadiseler inşallah daha da berraklık kazanacaktır. Bize göre, esas mesele sahne gerisinde veya perde arkasındakilere yetkililerimiz az da olsa ulaşabildiklerinde netleşecektir.
Bütün bu olayı yalnızca mahiyeti belli olmayan bir isme yüklemenin ve dinî cemaat arka planlı bir yapının; Amerika ordusu ile irtibatlı olarak Türkiye’de tek başına ihtilâl kalkışması iddiasıyla yetindiğimiz takdirde, korkarım ki; milletin emniyeti için bilmemiz gereken olaylar ve kahramanları karanlığa gömülecekler. Bunun örneklerini yakın geçmişte hem içerdeki cinayetlerde, hem 11 Eylül’de ve hem de Avrupa’daki terör hadiselerinde çokça gördük ve hâlâ görüyoruz.
Hükümet yetkililerinin itirafıyla, bu kalkışmada kimin parmağı, dahli, yardımı ve servisi olduğu, ancak mahkeme safahatından sonra belli olacaktır. Daha önceki iç ve dış politikaların tutarsızlığıyla; millî iradeye kastetmiş ve millete namluyu çevirecek kadar vicdansız insanların her kademede devletin en mahrem kadrolarına yerleştiklerini maalesef bu hadiseyle görmüş olduk. Fakat bu ihtilâlin hangi çerçevede ve kimler tarafından organize edildiği -kanaatimizce- tam anlaşılabilmiş değildir. Komutanların birbirini naks eden beyanları, yanlış bilgiyle sokağa çıkarılmış asker ve askerî talebeler; ihtilâlin daha çok Türkiye dışından ve çokça derin mahfillerden yönetildiğini göstermiyor mu?
İHTİLÂLİ AMERİKA MI YAPTI….
Türkiye, İran veya Latin Amerika olsaydı, kamuoyunu bununla teskin edebilirdik. AB ile olan entegremiz, bizi Avrupa Birliği’nin bir mahfili haline getirdiğinden, dış basın ve diplomatik çevreler daha çok susmayı tercih ediyorlar. Hem hangi Amerika? Henry Kissenger’in Amerikası mı, yoksa Bill Clinton’un Amerikası mı? Veyahut devrimci Kemalist Sol’un işbirlikçisi neocon Amerikası mı? Belki de, AKP hükümetiyle Angela Merkel’in çalışma ortakları olan Soros ve ekibiyle de çalışan üçüncü bir Amerika mı?
Kraldan ziyade kralcı, zaman zaman gazeteciliği bırakıp jurnal ve tetikçiliğe kaçan bir kısım medyadan herkesin rahatsız olduğunu tekrar belirtelim… Hükümete yakın medyanın daha dikkatli, araştırmaya dayalı ve tahrikten uzak bir üslûp kullanması, hem ihtilâlcileri tesbitte ve hem de iç barışımızı bozmak isteyen renkli çevrelere karşı, emniyet güçlerimizin sağlıklı çalışmalarına büyük katkı sağlayacaktır. Devlete, millî iradeye ve kamu düzenine baş kaldırmış canilere karşı halkımızın kenetlendiği şu günlerde, tarafgirâne ve yalnızca duyumlara dayanan haberlerin manşetlere çekilmesi, her şeyden önce, uzun süre içinde hükümete zarar verecektir. Türkiye’de; hürriyetlere, demokrasi ve bilhassa İslâmiyet’e düşmanlığını bu güne kadar gizlememiş, yeri geldiği zaman elli bin insanımızı öldüren kanlı Marksist örgüt ile kol kola dolaşan “derin sol Kemalist yapının” üslûbuyla Amerika ve Avrupa’yı suçlamanın, vatan ve millete faydası olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Önceki yazılarımızda Bediüzzaman Hazretlerinin birinci ve ikinci Avrupa tanımlamalarını izah etmiştik. Dinsiz, ihtilâlci, savaş taraftarı ve faydasını dünyanın zararında arayan Avrupa ile; demokrasiyi içselleştirmiş, insaniyetperver ve semavî dinlere taraf olan ABD ile AB’nin müsbet ve menfilerini birbirinden ayıramayan yaklaşımlar; Ergenekon meselesinde olduğu, gibi at izi ile it izinin birbirine karışmasına sebep oluyor.
GLOBAL RENKLİ DEVRİMCİLERİ GÖRMEMEZLİKTEN GELMEK…
11 Eylül’den sonra zayıf ülkelerde sivil toplumu örgütleyerek oralarda devrimin sivil alt yapısını hazırlayan AÇIK TOPLUM ENSTİTÜLERİNİ, organizatörlerini, finansörlerini ve onların Türkiye’deki sivil uzantılarını henüz unutmadık. Aramızda bilmeyenler veya unutmuş olanlar varsa; aniden kendisini fesheden TESEV’ e, Akil Adamlar organizasyonuna, eski bakanlarımızdan Nimet Hanım’a, Georg Soros’un paralarıyla Türkiye’de faaliyet göstermiş STK’ların temsilcilerine sorabilirler. İhtilâlcilere teşne medyalar unutsa da arşivler her şeyi söylüyor. Şu digital medya da neredeyse “levh-i mahfuz “ kesilmiş, mübarek. Hiçbir şey silinmiyor ve kaybolmuyor… Yalnızca zihinleri çöp sepetine döndürülmüş hafızalarda geçici olarak kayboluyor, o kadar.
Türkiye’de bu sivil alt yapıyı hazırlayan turuncuculara ulaşamazsanız; onların Bişkek’te, Tiflis’te, Belgrat ve Kiev’de başardıkları renkli devrimlerin analizlerine internet ortamında her zaman ulaşabilirsiniz. Meclisimizin tutanaklarına varıncaya kadar girmiş sivil ihtilâlcilerin, Türkiye’de kurulmuş sanal dernekleri ve o derneklere yapılmış ödenekleri hükümetimiz şimdiden gözden geçirmezse; onların yarın renk, üniforma ve slogan değiştirerek hükümete yeniden sokulduklarını bir yeni sancıyla öğreneceklerdir. Türkiye’nin dört bir yanındaki devrimlerde –Arap Baharı dahil– ve iç savaşlarda aktif rol alan neoliberal arka planlı yapıların, acilen mercek altına alınması, daha derin ve yoğun bir Kemalist askerî ihtilâli kesinlikle önleyecektir. Kemalist ihtilâl kelimesini şu günlerde bazıları garipseyebilirler. Zira hükümetin ısrarla ihtilâlcileri tek bir adreste arama inadı,
ihtilâlci, Kemalist sol için güzel bir örtü oldu. Herkesin o tarafa baktığı ve dışarı ile ilgilendiği bir zamanda; onların yeni bir 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün ve 28 Şubat’ın hazırlığında olmadığını kim söyleyebilir? Şöyle bir fikir de dolaşımda… TSK’nın 15 Temmuzculardan habersiz olmaması elbette mümkün değildi. Görülen o ki, ihtilâlin ortak paydasında bir anlaşmazlık oldu. Bu güne kadar “Kemalizm ortak paydasını” kullanan demokrasi düşmanı cuntacılar, neden bu defa farklı bir yöntem kullandılar? Türk ordusuna rağmen Türkiye’de idarenin ele geçirilemeyeceğini neoliberaller bizden daha iyi biliyorlardı. Cemaati kendilerine payanda yaptığını, yani paravan olarak kullandığını iddia edenlere de kulak vermek lâzım deriz. Fakat Türkiye’nin şartlarıyla Mısır, Gürcistan veya Ukrayna’nın şartları birbirinden çok farklı…
HÜKÜMETİ YANLIŞA ÇEKMEK İSTİYORLAR…
Avrupalı ve Amerikalı neocon yazarların, AKP hükümetinin Türkiye’yi “eksen kaymasına” götürdüğü iddialarına karşı; hem medyamızın ve hem de hükümetin sesini yükseltmesi gerekiyor. AB ile ilişkilerini entegre noktasında canlandıracak bir hükümete yapılan iftiralar elbette havada kalır. Kaldı ki; Türkiye’nin AB ekseninden ayrılmasının kendi felâketi olacağına, dağdaki çoban da inanıyor. Rusya’yı; AB’den ve hür dünyadan çok uzak göstermek isteyenleri, Putin’in 10-15 sene önceki politikaları tekzip ediyor. Yani Putin’in birinci Amerika ile ve esas AB ile gizli ittifak içinde olduklarını, önümüzdeki zamanlarda daha net göreceğiz. Millîlik perdesi altında dine, vatana ve millete büyük zararlar vermiş Kemalistlerin yalancı bayrak ve vatan sloganlarına inananları, her an bir başka kalkışma yolda yakalayabilir..
Türkiye’de ihtilâl yapanlarla (uçağı düşürenler), Putin’in Kiev ve Suriye’de savaştığı taraflar aynı olunca, (maalesef hükümet yanlısı medyamızın hazin Suriye politikasındaki dram aynen devam ediyor.) eksen kayması iddiasının bir aldatmaca olduğu ortaya çıkıyor. Hükümeti, linç psikozu ile hukuk boyutunda yanlış yapmaya yönelten odakların Türkiye düşmanları olduğu da ayrı bir vakıa… AB’nin, hukukun üstünlüğü meselesindeki hassasiyetini bilen ihtilâlin sivil uzantısı, onların, Fethullah Gülen’in bazı sempatizanlarına linç operasyonlarını veya mallarına ganimet muamelesi yapanları çılgınca alkışlamaları bütün dünyanın dikkatlerini çekiyor. Pozitif hukukun, medenî hukukun ve dinimizin prensiplerini yok farz ederek yapılan bütün muamelelerin Bağdat’tan, Brüksel’den ve de Mekke’den geri döneceğine hepimizin inanması lâzım.
Hükümetin hem mevcut Türkiye hukukunun ve hem de AB hukukunun çerçevesinde kalarak araştırma ve soruşturmaları yapması; neoliberal arka planlı darbecilerin girişimlerini bitireceği gibi, yeni bir darbe için yollarının temizlenmesini pusuda bekleyen ve yarın hükümetimizi irtica ve şeriatçılıkla suçlayarak harekete geçecek klâsik Kemalist-Neocon darbecileri de ümitsiz bırakacaktır. Bizden söylemesi…