Bu başlığımız sakın Asya’yı incitmesin. Peygamberlerin vatanı ve onların da varisleri olan mücedditlerin diyarı Asya bu hususta hiçbir kıta ile mukayese edilemez. Meramımız, Bedîüzzaman’ın Avrupalı da olduğunu ifade etmekti.
Müslümanların icma ile kabul ettikleri “bir önceki” müceddit Hazreti Mevlana Halid’in kendisi değil, ama müridleri Avrupa’da cihada katılmışlar, düşman Rus’u Ayastefanos’da püskürtmüşler ve belki de Osmanlı-İngiliz işbirliğinin ilk halkalarını parçalamışlardı.
Avrupa ile maddî cephelerde ve maddî silahlarla göğüs göğüse çarpışmışlar, Hz. Halid’in müritleri... Bediüzzaman’ın Avrupa ile mücahedesi çok daha farklı boyutlarda gerçekleşmiş. Şehid Enver Paşa’nın komutasındaki Balkan savaşlarından Kafkasya cephesine kadar... Ondan önce şark ulema ve ahalisi adına Padişah’ın Kosova seyehatinde yer alacaktır. Onun Selanik Hürriyet Meydanı’ndaki “Hürriyet Hitabesini” de çerçeveye dahil ettiğinizde, Üstad’ın fizikî olarak Avrupa ile çok erken zamanlarda tanıştığına şahit oluyorsunuz.
Onun fikren ve fizikî olarak Avrupa’da geçirdiği dönemler, hayatında önemli etkiler bırakacaktır. Kosturma’da Avrupalıları çok yakından tanıma imkânı bulur. Alman subaylarının da içinde bulunduğu Avrupalı entellektüele verdiği derslerin muhtevası hâlâ çok kişinin merak ettiği bir husustur... Volga’yı aşarak Petersburg’a gelişi; Varşova ve Berlin günleri... Belki de bu zamanlar, Üstada Sünuhat Risâlesindeki müşahhas Avrupa tanımı ve tasvirlerinin maddî kaynaklarıdır. Coğrafya’yı bir Avrupalı’den daha güzel burada anlatmıyor mu?
BEDÎÜZZAMAN OSMANLIDIR...
Şu hükmümüzü tasdik eden onlarca ifadeyi Risâle-i Nur Külliyatına havale edelim. Uğruna 300 sevgili talebesini kaybettiği topraklar Osmanlı değil miydi? İngiltere ile Rusya’nın Osmanlı’yı taksime kalkıştığı günlerde, Onun herkese karşı; “Osmanlı’nın devamı ve ihyası” parolasını da biliyoruz. Bedîüzzaman’ın Osmanlı olması, Onun bir yanıyla Avrupalı olduğunu ortaya koymuyor mu? Hakperest ve bilimsel düşünen tarihçiler, Osmanlı İmparatorluğu’nu büyük Avrupa İmparatorluklarının arasında sayıyorlar. Bu çerçevede Avrupa dillerinde yazılmış eserler Türkçe’ye tercümeyi bekliyorlar. Büyük televizyon şirketlerinin bu istikametteki belgeselleri de önemlidir.
Osmanlı orduları ve Devleti adına O’nun Dar’ül Hikmet’ül İslamiye’de görevlendirilişi ise, Onu Osmanlılıkta en üst dereceye çıkarıyor. Halife, şeyhülislam, sadaret ve harbiyenin ortak teklif ve imzalarıyla Avrupalı dinsiz feylesofların sorularına cevap vermek üzere bu akademiye tayin edilmesi, bu husustaki her türlü vehmi silip süpürüyor. Henüz Van’da, Tahir Paşa’nın konağında iken, emperyalist Avrupa’nın Kur’ân’a kast niyetlerini bilen Bedîüzzaman’ın, halifece İstanbul’da vazifelendirilmesi, elbette tesadüf olamazdı. Onun Birinci Cihan Harbi esnasında, cephelerde telif ettiği “İşarat’ül İ’caz” isimli tefsirinin de, devletçe Avrupa ve Asya’daki tüm misyonlara gönderilmesi, Bedîüzzaman’ın hem Asyalı ve hem de Avrupalı iki tarafını da ortaya koyuyor.
MESİH - MÜCEDDİD İLİŞKİSİ...
Bedîüzzaman’ın Avrupalılığı biraz da yüklendiği misyondan gelmiyormu? Veya bağlı bulunduğu zamanlardan... Ahirzamanda Avrupa’nın Kuzey Coğrafyasında ortaya çıkacak dinsizliğin hedefi önce Hıristiyanlıktı... Sonra tüm semavî dinler... Dinsizliğin hedefi, İstanbul üzerinden tüm dünyayı işgal etmekti. Kur’ânın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu Kur’ân ve Sünnet’ten çıkardığı eserleriyle dünyaya ilan eden bir Bediüzzaman’a, herkesten fazla Mesihî dünyanın ihtiyacı olmuştu. Kuzey cereyanın dehşetli saldırılarına karşı o, İsevî-Müslüman ittifakıyla cevap verecekti. Hıristiyanlığın bir kilisesi iken Avrupa, dinsiz felsefenin aşılamasıyla “deccaliyeti” doğurmuştu. Deccaliyet de veled-i na meşrusunu Osmanlıya musallat edecekti: Süfyaniyet!... İşte, Hıristiyanlığın yardımına tevhid ile koşarken İslâmiyet, Bedîüzzaman Kur’ân’ın mucizevî kılıncını Hz. Peygamberin mucizelerine sararak Vatikan’a gönderecekti. 1960’ların başında başlayan bu mücahedenin maddî ve manevî unsurlarını çokça merak edenler; Van’dan İstanbul’a, Kuzey Avrupa’ya, Vatikan’a, Şam-ı Şerif’e, Başet başına, Şeyh San’an Tepesine ve Anadolu’da Seyda’nın bastığı yerleri takip ederek, Onun son dersini irad ettiği Isparta’ya ve oradan da Urfa’ya kadar, yani 23 Mart 1960’a büyük bir seyehat hazırlanmaları gerekiyor.
AVRUPA’YI KUCAKLAYAN MÜCEDDİD...
Zamanın gereğini yaptı. Önceleri cehalet sisleri içindeki Avrupa, Asya’dan görünmemişti. Endülüs bile Avrupa olamamıştı, bizde... İsmi Magrip’ti... Cebel-i Tarık’ın her iki yakası da magrip olunca, “Batı” mânâsında anlaşılmıştı, Kurtuba, Tuleytula, Sevilla ve Gırnata...
Materyalist ve Medeniyetin iyiliklerine elini uzatan sefih Avrupa’yı ikaz ederken Bedîüzzaman, bütün bunları Endülüs İslamından aldıklarını hatırlatmıştı. İnsanî ve Mesihî Avrupa’yı, deccaliyet Avrupasından kalın çizgiler ve meşhur sıfatlarla ayırmıştı. Semavî dinlerin taakipçilerini kucaklarken, kulaklarına Mesih’in çok yakında geleceğini fısıltı ile müjdelemişti. II. Dünya Savaşında ağlayan yetim ve mazlumların gözyaşlarını ahiret tesellisiyle silmişti. Talebelerinin rüyalarında o hep Mesih ile beraberdi. Endülüs ile inkişaf ve intibaha başlayan Avrupa’nın ancak Kur’ân’a tabi olmakla hakikî saadete ulaşabileceğini, aksi takdirde; ahlâkı paramparça edip nesilleri kurutan, doğan çocukları kendisine alan, insaniyeti yok etmeye çalışan ve dehşetli kıyameti aceleştiren kızıl dinsizliğe, deccaliyete ve bolşevikliğe mağlup olacaklarını yüzlerce defa Avrupa’ya hatırlatan bir Bedîüzzaman aynı zamanda Avrupalı da değil mi? Zaten mücedditleri coğrafyalarla sınırlamak mümkün olamaz, fakat Bediüzzaman, özelde de, aynı anda Avrupalıdır...