Gözlerini her açtıklarında onun çirkin manzarasıyla karşılaşmamak için yüzünü çeviriyorlar mı? Veya insanlığımız karşısında bizi utandıracak konuşmaları, canlı veya cansız makinalardan işitmemek için, gayr-ı ihtiyari kulaklarına ellerini götürüyorlar mı? Şayet bu reflekslerde bulunmuyorsak, bu zehirli atmosfere biz de alışmışız demektir…
Nihayetinde vatanımız… Vatan sevgisi imandan olunca sevmemek kabil değil… Yakın zamana kadar dünyanın ilimle güzelleşmiş köşelerini ve coğrafyalarını içinde yaşadığımız şu kaotik topluma karşılaştırma imkânına sahip değildik. Teknolojinin dehlizimize açtığı menfezlerden; beş milyonluk bir ülkenin seksen milyon nüfuslu bir ülkeden ne kadar zengin, düzenli ve izzetli yaşadığını görmeye başladık. 350 bin nüfuslu bir İzlanda’nın yağışlı, soğuk ve namüsait iklimine rağmen, güven ve haysiyet içinde dünyaya bakışını izliyoruz, medyanın satır aralarında… Ve cehaletin inim inim inlettiği şu toplumla, ister istemez mukayese ediyoruz.
MODERN CEHALETLER…
Kur’ân’ımızın ilk emri “Oku!” değil mi? Bu mukaddes kitabı, cehaletle mücadele ve ilme teşvik çerçevesinde inceleyenler, ciltlerce çalışmalar ortaya koymuşlar. Cehaletle savaşın yankılarıyla dolu değil mi, Kur’ân? Sünnetin bize gösterdiği manzara ise, çerçeveyi tamamlıyor. Binlerce hadisi şerifler ve Peygamberimizin (asm) bire bir uygulamaları… Müşriklere karşı kazandığı ilk zaferindeki esirlere yaptığı muamele ortada: Her kim on kişiye okuma yazma öğretirse, hürriyetine kavuşuyor.
Niger’de okuma yazma bilmeyenler, yüzde elli imiş. Emperyalist hırsızlar olmasaydı, belki de bizden mutlu olacaklardı. Bundan kırk beş sene önceki vatanperver siyasîlerin vaad ve beyanlarını hatırlıyorum. O zaman oranımız Niger’in azıcık üzerindeydi. Yüzde doksanlar büyük bir hedefti. Toplam on şehrimizde üniversite vardı. Bugünkü gibi üniversite sayımız 300’leri aşmıyordu. O günün ortaokul mezunlarından fazla, bugün üniversite mezunlarımız var. Fakat her kalemde yapılacak bir mukayesede bugün o günden çok daha cahil olduğumuz ortaya çıkacaktır, kanaatindeyiz. Cehaletteki değişimi bilemeyenler elbette itiraz edeceklerdir. Babasının nerede doğduğunu, kendisinden önce neler yaptığını ve köyünü öğrenmeye zaman bulamamış sosyal medya bağımlısı yüz binlerce üniversite mezununu düşündüğünüzde, itirazda haklı olmadığınızı göreceksiniz. Veya üniversiteyi bitirmiş çocuklarımızın meslekî ve genel kültür seviyesini; bırakınız Avrupalılarla, Afrikalılarla mukayese ettiğinizde elbette bize hak vereceksiniz. Ve üniversiteyi bitirmiş milyonların kitap okumaktan ne kadar nefret ettiklerini araştırsanız, siz de benim gibi dehşete kapılırsınız.
Bu cehalete eskiler cehl-i mürekkeb diyorlar. Benliklerince yutulmuş ve bilemediklerini de bilemeyince insanlar, azıcık maskaralaşıyorlar. Şu son 20 sene zarfında bizi yakından izleyen hakperest Avrupalıların hakkımızdaki düşüncelerini merak edenler, internet ortamında ulaşabilirler.
Cehalet değişime uğrayınca mahiyet ve fonksiyonunu yitirmiyor. Bir sene zarfında akıllı telefonlara 35 milyar lira ödemiş bir ülkede yaşıyoruz. Cehaletin fukaralığı ve fukaralığın da ayrışmayı nasıl tetiklediğini bire bir yaşamıyor muyuz?
En büyük düşmanımızın cehalet olduğunu, cehaletin ise ihtiyaç ve ihtilâfı doğurduğunu toplum olarak öğrenemedik. Bizi idare edenlerdeki cehalet, hırs ve ihtilâf hastalığı maalesef bize de sirayet etti. Bu bulaşıcı hastalığı yayanlardan eğitim ve kültür bakanlarımıza, meslekleri dışında kaç saat okuduklarını sorsanız, hüznünüz derinleşebilir. Kur’ân’ı ve sünneti siyasî menfaatleri için slogan olarak kullananların, pratikte sünnetten ve hatta insanî prensiplerden ne denli uzak yaşadıklarını gördüğünüzde, onların; cehaleti kitleleri rahatça yönetebilmede bir araç olarak kullandıklarına şahit olacaksınız. İnsanları yaramaz çocuklar olarak telâkki eden bu dehşetli zihniyetin, herkesin eline bir oyuncak tutuşturduğunu ve hatta bütün sosyal mekânlara birer hipnoz aleti yerleştirdiğini düşündüğünüzde, Siyasal İslâmcılarımızın da, küresel çaptaki bir proje çalışanları olduğunu anlıyorsunuz.
PEKİ ÇARE?
Kur’ân’ın akıl ve hürriyete verdiği önemin her gün yeniden keşfedilmesine ihtiyaç var. Allah bu iki nimetten mahrum olanlardan, tam bir kulluk bile istemiyor. Yani bu iki unsurun farkında olamayanlar, kulluktan muaf tutuluyorlar. İmanın özelliği olan hürriyete, asrın vurgusunu yapmış ve hayatıyla da pratiğini gerçekleştirmiş Bediüzzaman, cehalet meselesinde de istibdat ve diktatörlüğe işaret diyor. Siyasî diktatörlüğün, ilmi diktatörlüğün babası olduğunu söylerken, cehaletin asıl kaynağını bize gösteriyor.
Türkiye’ye dışarıdan baktığımızda; komünist Sovyetlerin dağılma öncesindeki manzarasını çağrıştıracak çok şeylerle karşılaşıyoruz: Çirkin, hantal ve yüksek binalar. (Sovyetlerde askerî düzene benzer bir şehirleşme vardı). Sonra üniversiteyi bitirmiş işsiz ordular… Apartman kapılarında güvenlikçi olabilmek için yarışan çocuklarımız. Cehaletten doğan manevî hastalık böyle devam ederse, Sovyet gençliğinin yakalandığı ölümcül vak’alara çocuklarımız da giriftar olabilir. Bütün bunları Rus gençliğinin başına boca eden, Komünist diktatörlüğüydü. Bizde ise; 12 Eylül ihtilâliyle yeniden başlayan modern Kemalizm diktası, bu milleti cehaletle helâkete sürüklüyor, kanaatindeyiz. 12 Eylül ruhunu incitmeden; dini, imanı, mukaddesatı ve her türlü insanî duyguyu Kemalizm’in devamı için kullanan iktidarları, onlara alet olan sivil toplum ve dinî cemaatleri bu bayramda Allah’a şikâyet için inşallah ellerimizi kaldıracağız. Akıllı olan her insanın elindeki hipnoz aletini bir tarafa atıp önce aklına ve sonra da hürriyetine sahip çıkması için yalvaracağız. Göreceksiniz, gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.