Kimliksizlik veya kimlik bunalımı, toplumumuzun en önemli meselelerinden olduğu halde, ilgililerin ilgisizliği veya bu illeti teşhis edememeleri, hem yarayı derinleştirdi ve hem de tedaviyi zorlaştırıyor.
Globalleşmenin faydaları olduğu gibi maalesef zararları da söz konusu. Sosyal hastalıkların veba gibi bulaşıcı olmaları, büyük bir dertten aynı anda beş kıt’anın ıztırap çekmesini netice veriyor. Bugünlerde; İslâm Dünyasının en büyük medresesi El Ezher ile Roma Katolik Kilisesi el ele vermiş “kimlik bunalımını“ tartışıyorlar. Yeni Asya’nın yıllardır gündeme taşımaya çalıştığı bu problemlerin, küresel biçimde bu tarzda ele alınması, elbette bizi sevindiriyor. Çok geniş, derin ve çok boyutlu olan bu mevzuyu; önem sırasına göre yalnızca üç dört noktadan kısaca ele almak istiyoruz.
Bazı âlimler “kimlik“ olarak kullandığımız bu kelimenin manasını “mahiyete“ yakın anlamlarla ifade etmişler. Batılıların “identität“ kelimesine karşı “mümeyyiziyet” tabirini kullananlar da olmuş. Yaratıcının, yaratılışta eşyaya koyduğu kendisine ait bu mühür ile, yaratılanlar birbirinden tefrik edilmiş. Tabiri caiz ise; zerreden ta güneşlere, Adem (as) babamızdan, dünya üzerinde yaratılacak son insana kadar bütün insan sîmâlarını ve seslerini tamamen birbirinden farklı yaratan Yaratıcı; atom altı partiküllerinden ta Güneş Sistemlerine kadar her şeyi farklılaştıran bir kimlikle yaratmıştır. Bu önemli konuyu, ilmin her bir şubesi kendince inceleyebilir. Biz burada kelâmcıların, fizikçilerin veya kimyacıların sahasına girmemek için; daha çok kimliksizliğe yol açan veya kimliksizliği dolaylı olarak savunan düşüncelerin mahiyetleri üzerinde durmak istiyoruz.
KİMLİKLER YARATICININ “TEKLİK” MÜHÜRLERİ
Yaratıcıya değer vermeyen bir insan, Yaratıcısının halk ettiğine nasıl kıymet verebilir ki... Kimlik, her şeyden önce eşyayı Yaratıcısına bağlayan bir özellik olmalı. Yeryüzüne inen bütün kar taneciklerine, bütün ağaçların yaprak ve meyvelerine ve yalnızca bahar – yaz aylarında yaratılmış sayamayacağımız çokluktaki sineklere, farklı birer kimlik veren Allah’ın her bir insanı kimlikten mahrum etmesi düşünülebilir mi? Hele yaratılmışların en merkezî, üstün ve farklı yaratılanıysa…
Cehaletin de kimliksizlik hastalığını tetiklediğini biliyoruz. Bazen insanın heva ve hevesine tutsak düşmesi de bu yola bizi sürükleyebilir. Kimlik olarak bizi hayvanlardan, bitkilerden ve sair cansızlardan ayıran aklımızı, duygularımızı ve vicdan gibi manevî lâtifelerimizi sefahetle nefis ve şeytana kaptırmış isek; elbette bizim bizden haberimiz olamaz. Kendisinden habersiz sefih bir insanın kimlikle ne alâkası olabilir ki…
Kasıtlı bir şekilde insanı; inançları, zihnî ve aklî yapısı ve hayat biçimiyle köleleştirmek isteyen cereyanlar; insanın kimliğine, kimlikli olarak toplumda görünmesini ve yaşamasını istemeyeceklerdir. Kimlik bunalımını veya kimliksizlik hastalığını incelerken, mümkün olduğu kadar toptancı görüş ve genellemelerden kaçınmak lâzım. Her bir insanı farklı bir dünya olarak kabul ettiğimizden, her bir kimliksizlik hastası da kişisel ve çevre faktörleri noktasında diğerlerinden ayrılır. Problemi incelerken, materyalist düşüncenin yaptığı hataya, yani insana maddî ve şuursuz nesneler gibi yönelme yanlışına düşmememiz lâzım.
Yaratan ile yaratılmış arasındaki münasebeti en açık biçimde ifade eden kimlik; hem insanların ve hem de bütün canlıların Yaratanın önünde yaratılış itibariyle eşit olduğuna da bir delildir. Hürriyet duygusu ancak kimlikle gelişir. Kimliksizlerin bildiğimiz insanî hürriyetlere ihtiyacı olur mu? İnsanı sıra- danlaştırmış veya eşyalaştırmış bir düşüncede; haysiyet, şeref ve umut gibi temel değerlere rastlayamayacağımız gibi, demokrasi ve hürriyetlerden bahset- memiz de anlamsız düşer.
Nefsini tanımayan muhatabını da tanımaz. Kendisini tanıyan ve bilen insanlar, karşılarındakilere insanca muamelede bulunurlar. Yani kendisinin hoşlandığı bir muamele ile karşıdakine muhatap olur. Bu ise çekirdekten ta yedi kıt’aya kadar insanî ve dünya barışını netice verir.
Kendi ihtiyaçlarını bilen biri; arkadaşının, komşusunun veya başka birilerinin ihtiyaçlarından haberdar olur. Onlarla adalet çerçevesinde münasebet kurar ve faziletli bir hayat biçimini yakalama şansına sahip olur. Bu arada; açlığı, susuzluğu, giyinme, barınma ve sosyalleşme ihtiyacını duyan insan; çevresindekilere devamlı yardımcı pozisyonda kalır. Bu insanların oluşturacağı cemiyette fukaralık, yoksulluk, kıskançlık, haksız rekabet, gıybet ve arkadan çekiştirme gibi sosyal illetler azalır. Oradaki kamuoyu, haklının yanında yer alarak, zulmün filiz verip yeşermesine müsaade etmez.
KİMLİK MEDENİYETİN DE İŞARETİDİR…
Kim olduğunu, nereden geldiğini, bu dünyadaki vazifelerinin neler olduğunu ve şu fanî dünyadan sonra nereye gideceğini öğrenmeye çalışan insanların yaşadığı sosyal hayatta, yalnızca insan kazançlı çıkmıyor. Her bir danenin, yamaçtaki ağaçtan dereye yuvarlanmış her bir meyvenin ve tabiattaki her bir çöpün bir Yaratıcı tarafından ve belli bir maksat çerçevesinde yaratıldığını düşünen bir insanın gözünde, yaratılan her şey öyle değer kazanır ki… Oradaki toplum şuuru; fertlerinin çevreye hor bakmalarına, israf etmelerine ve ihtiyaçlarından fazla bir şekilde yaratılanı kullanmalarına müsaade etmez.
Modern ilim, medeniyetleri tahlil ederken de kimliklere müracaat ediyor. Medeniyetinin merkezine insanı almış milletlerde; insanın yemesi, giymesi, estetiğini oluşturan güzel sanatlarla alâkası ve mimarisi, diğer medeniyetlerden daha kıymetli ve yüksek olur.
Dünyamızın ulaştığı ilmî düzeyi, ileri teknoloji ve mucizevî ulaşım ve haberleşmeyi gasp ederek insana ve insanî değerlere savaş açmış ideoloji ve cereyanların en büyük korkuları; insanların çocukça fantazileri bir tarafa fırlatıp kimliklerini aramaya çıkmaları değil mi? İster sosyal uyku deyin, isterseniz toplumsal hipnoz... Her gün yüz milyarlarca dolarla, milyonlarca üniversite bitirmiş insanların; dünya insanlığının derin uykusunu veya hipnozunu devam ettirmek üzere kıtalar arası çok büyük mücadelede kullanıldığının farkındayız.
Ya biz... Bir dünyaya bedel olduğumuza inanan biz... Bütün insanlardan ap ayrı ve farklı bir dünya olarak yaratıldığımıza inanan biz... Çok kısa bir ömürde, dünyaları şaşırtacak büyük zaferleri kazanmaya göre techiz edilmiş olan biz... Biz bu meselenin neresindeyiz?