Gönül hayaldir, diye avunadursun. Hakikat gizlenir mi, hiç?...
Sevdiklerimizin ölümüne gönül yanaşmıyor, bir türlü… Şayet rıhletinde yanında bulunsaydı, şu fanî âleme son bakışına şahit olabilseydi, gaslinde bir maşrabayı da o dökebilseydi ve kabre indirirken elleriyle birkaç avuç toprak atabilseydi… Belki… Yanaşmıyor gönül… İnanmak istemiyor bir türlü… Gençliğimizi kahramanca duruşu ve efsanevî mücadelesiyle dolduran Süleyman Demirel’i, hür Avrupa’yı birlikte birkaç kez kulaçladığımız Halil Uslu Ağabeyi ve Kur’ân dâvâsının mütevazı ve mücahit komutanı Kasım Ali Güngör’ün rıhletlerini gazetemizin sayfalarında resimlerle takip ettiğim halde, inanmak o kadar zor geliyor ki, nefse…
Hayal âleminde, arzularının girdabında ve deve kuşunu taklid eden nefis ölümden kaçtığından mı acaba? Ölümü hep dünyasında ötelediğinden mi? Ebed yolculuğundan dehşet aldığından mı? Kendisinden kaçarken kucağına düşeceği ölümü ne kendisine ve ne de sevdiklerine yanaştırmayan nefsin avunmaya çalıştığı hayalleri, hakikat rüzgârı önüne katmış süpürüp, götürüyor… Baksanıza, dost kervanı menzile ilerlerken nasıl da kalabalıklaşıyor…
ÖLÜM BİR DİRİLİŞ İSE
Belki de bir doğumdur, rahm-ı maderden güneşli dünyaya gönderilen çocuğun ağlaması bize neyi tedai ettirmez ki… Güzde altın rengine bürünerek toprağın bağrına atlayan gazellerin raksı, bir doğum olamaz mı? Filizlenmekten, tomurcuktan, ceninin safahatından ve ince beyaz duvardan pencere açan civcivin selâmlamasından daha san’atlı değil mi, ölüm? Korkularımız, firakların hirkatli tutuşturmaları, mateme bürünen hissiyat ve dolayısıyla mahsun ve müteellim kalplerimiz, “ölüm nimeti”ne yaradılış cihetiyle bakmamıza hep engel oldu.
Koca çınarların yerler, çekilişlerinden sonra belli olur. Siyaset âleminde bir Süleyman Demirel, Kur’ân ve Risale-i Nur savunmasında bir Halil Uslu ve nurlara sadâkat, sebat, tesanüd ve ihlâs ile ittisalde bir Kasım Ali Güngör elbette bulunmazlar… Fakat, şayet ölüm bir doğum ise; mutlaka Demireller, Halil Uslular ve Kasım Aliler bir değil, onlarca belki yüzlerce sökün edecekler.
Abdurrahman Nursî’nin Bediüzzaman yanındaki misyonunu, kıymetini ve hayatî ehemmiyetini okuyucularımız bilirler. Gurbet ve kimsesizlikler içinde gözyaşı dökerken, Abdurrahman’ın vefatı onlarca Abdurrahman olarak dönmüyor mu Barla’ya? Nur fabrikasının sahibi, Bediüzzaman’ın âlem-i gayb kapısındaki sır kâtibi ve dinsizlikle mücadeleyi Medresetüzzehra’da omuzlamış Hafız Ali Ağabey’in Denizli’den ayrılışından sonra, nasıl yüzlerce filiz olarak geri döndüklerini okuyanlar, ölümün bir diriliş, bir doğum olduğunu daha iyi anlarlar… Hayatını nura ve canını sevgili Üstadına nezir eylemiş muallim Hasan Feyzi’nin Denizli Kabristanına girmesiyle birlikte 6 muallimin koşarak muhteşem doğumu nasıl isbatladıklarını Emirdağ Lâhikası’ndan müteaddit defalar okuyanlar; “Bir ölürüz bin diriliriz!” hakikatini de hissetmişlerdir.
Yani şu hakikati ifadeye çalışıyoruz: Süleyman Demirel, Halil Uslu ve Kasım Ali Güngörler bir çizgi, bir şahs-ı manevî ve bir ekol olarak bundan sonraki hayata yeniden doğup gereğini yapacaklar inşallah… İşte bu hakikattir ki, acımızı hafifletiyor, inkıbazımızı inşiraha ve giryelerimizi tebessümlere dönüştürüyor.
Kalp hüzünlenir, göz yaşarır
Fıtratın gereği bu değil mi? Kâinatın sebeb-i vücudu ve Kur’ân’ın tercümanı da bunu söylemiyor mu, İbrahim’inin rıhletinde… Tekrar bir araya gelip kavuşacağımıza olan imanımızın inkişafına duâ edenlere ne mutlu… Hirkatli firakların vuslat bayramında biteceğine imanlarını güçlendirenlere ne mutlu… Her bakışın, sözün ve fiilin mutlaka kaydedildiğine inanarak yaşayıp sevgi ve muhabbetten ayrılmayanlara ne mutlu… Halil Uslu gibi, Kasım Ali gibi gençliklerinde katıldıkları Nur kervanlarına; binlerce badire, imtihan, fırtına, sebat ve metanet yarışları ve müstakim duruşlarla ölümle cennet bahçelerine doğanlara ne mutlu… Ve onların yerlerini doldurmak üzere hareketlenip Kur’ân bayrağını burçlara doğru yepyeni bir şevk ve heyecanla yükseltenlere ne mutlu…