Türk milletinin kendisine has özelliklerinden koparılış hikâyelerini anlatırken, bu tufandan Osmanlı döneminde huzur içinde yaşayan Rumların, Ermenilerin ve Süryanilerin de zarar gördüklerini, bir çoklarının Kemalizmce yuvalarından tehcire, mübadeleye veya Avrupa’ya ilticaa zorlandıklarını yazmıştık.
Tehcirin tarihini bize hatırlatan dikkatli okuyucularımız, istifhamlarının giderilmesini istiyorlar.
Evvelâ Kemalizmi yalnızca 1924’ten sonraki devrim ve değişimlere has gösteren fikre iştirak etmediğimizi önceki yazılarımızda da arz etmiştik. 1902’de Paris’te resmen hürriyet toprağıyla buluşturulan Osmanlı demokrasisi veya ahrarlık nüvesinin İstanbul’a gelirken Selânik’te Hür Subaylar Cemiyetine yakalandığını ve burada o temiz düşüncelere ihtilâl fikirlerinin bulaştırıldığını birkaç defa yazmıştık. Bu hadisenin detaylarını tarih kitaplarında okuma imkânına yavaş yavaş sahip oluyoruz. Osmanlı Demokrasisi de diyebileceğimiz bu mutlu sürecin, 1907’nin yarısından sonrasının içinde bulunan Bediüzzaman Hazretlerinin değerlendirmelerini çok önemli buluyoruz. 1908’in 23 Temmuz’unda meşrûtiyeti ilân eden Resneli Niyazi, Bediüzzaman ve Enver Paşa gibi gibi vatanperver insanların karşısında harıl harıl çalışan Selanik ve Manastır Localarını burada nazar-ı dikkate almak gerekiyor.
TOPTANCILIK HER ZAMAN YANLIŞTIR
Türkiye Siyasal İslâmı, yüzlerce siyasî ve içtimaî tabirin yeni mânâlarını bilemediğinden, hürriyetin 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başında Avrupa’daki değişiminden habersiz kaldığından ve daha doğrusu yaşadıkları zamanla Asr-ı Saadet’e giden yolları ve köprüleri keşfedemediklerinden, tarihi toptan suçladılar. Tarih içindeki hareket ve fikirleri tahlil edemediler. Belki de meşrûtiyetin karşısında görünen merhum Sultan’a itiraz eden bütün insanları aynı sepete doldurdular. Burada, o zamanı yaşamış ve hadiselerle ilgilenmiş Bediüzzaman Said Nursî’yi dinlemekle fikrî istikameti bulabiliriz kanaatindeyim. Çünkü doğru tarih, onu tasdik ediyor.
Üstad Hazretleri, meşrûtiyetin doğum sancılarını çeken Osmanlı’nın başşehrinden Paris gibi Avrupa başşehirlerine giden aydınları ikiye ayırıyor. Vatanperver, hürriyetperver ve Osmanlı’nın i’la ve bekası için meşrûtiyet isteyenleri farmasonlardan, Selânikli dönmelerden ve materyalist ihtilâlcilerden ayırıyor. Bu ayrışmayı içinde bulunduğu İttihad ve Terakki için de yapacaktır. Selânik ve Manastır localarının ele geçirdikleri İstanbul Şubesine karşı mücadele edecektir. Bu fırkanın içindeki binlerce âlimi, vatanperveri ve Salih insanları, Talat, Şükrü Kaya, Cemal Paşa ve Dr. Nazım’ın fırkasından ayıracaktır. Bu tahlili cehaletlerinden ötürü yapamayan bazı siyasal İslâmcılarımız, Sultan Abdulhamid’e olan bilinçsiz tarafgirlikleriyle Enver Paşa ile M. Kemal Paşa’yı aynı kategoride değerlendireceklerdir. Bu değerlendirme işi, onları Kemalistlerin iftiralarını tasdik vartasına da düşürecektir. Yani Edirne Fatihi, Çanakkale Başkumandanı ve Kuva-yı Milliyeyi hazırlayan bir şehide “hain” diyebilecek kadar hakperestlikten uzaklaşacaklardır.
KEMALİZMİN DOĞUMU…
Bediüzzaman Hazretleri Felâk Sûresinin 4. âyetini tefsir ederken, bu muhteşem sûrenin İslâmın istikbalinden bahseden cihetini de nazara veriyor: “Hem meselâ ‘ennefesatifilukad’ cümlesi (şeddeler sayılmaz) bin üç yüz yirmi sekiz (1328), eğer şeddedeki lâm sayılsa, bin üç yüz elli sekiz (1358) adediyle bu umumî harpleri yapan ecnebî gaddarların, hırs ve hasetle bizdeki Hürriyet inkılâbının Kur’ân lehindeki neticelerini bozmak fikriyle tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumînin patlamasıyla maddî ve mânevî şerlerini, siyasî diplomatların, radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyâne mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevâfuk ederek ‘ennefesatifilukad’ın tam mânasına tetâbuk eder” diyor. (Asa-yı Musa, s. 76). Bu ince meseleyi Kastamonu’da tenezzüh için çıktığı Karadağ’da yazdığı bir mektubunda da izah ediyor. Avrupa’nın uğrunda milyonlarca evlâdını kaybettiği demokrasiye, Sultan Abdulhamid’in yardımı, askerlerinin dirayeti ve ulemasının da sahip çıkmasıyla Osmanlı’nın kavuşması, İslâm’a ve Osmanlı’ya düşman bir kısım Avrupalı’nın hased damarlarını depreştirerek, dışardan İngiliz’in ve içeride de Selânikliler Hanedanı’nın ihanetiyle o uğursuz 31 Mart ihtilâli vücuda gelmiş. Osmanlı artık misyon olarak saltanatını Selânikliler Hanedanı’na devretmeye mecbur bırakılmıştır. 31 Mart’ta başbakanlık makamında meşhur Talat Paşa’nın oturduğunu, Selânik’ten İstanbul’a tren ile gelmiş Harekât Ordusu’nu uzaktan kumanda edişini, onların arzularına uyarak Sultan Abdülhamid’in Selânik’teki Karl Allattini Köşkü’ne mahpus olarak gönderilişini ve bu köşkün de İtalyan kökenli bir Yahudi’ye ait oluşunu tek kare içinde değerlendirdiğinizde, Kemalizm fikrinin harekete dönüşüm noktasını rahatlıkla seyredebiliyorsunuz.
1909’dan 1925 ‘e gelen Osmanlı veya yeni Türkiye’deki bütün değişimleri M. Kemal ve arkadaşlarına vermenin tarihin gerçekleriyle uyuşamayacağını bilmek zorundayız. Denilebilir ki, bu tarihten 1925’e kadar geçen zaman; değişimin alt yapısını hazırlama, programını yazma ve eylem planlarını revize etme zamanıdır. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilişini sembolik olarak 1924’e bağlayabiliriz. Fakat hakikatte Bediüzzaman Hazretlerini tasdik eden bilim adamlarına göre Selânik’e mağlûp olarak götürülen Padişah ile birlikte, Osmanlı Saltanatı’nı Selânikliler Hanedanı devralmıştır. Dışarda Troçkizm ve içerde Kemalizm ile güzelce geçinip iktidar olmak isteyen siyasal İslâmcılarımızın Neocon, Neoliberal ve Atatürkçülük muhabbetleri, bu hakikate dayanıyor kanaatindeyiz.