Tek partili dönemdeki İslâmî faaliyetleri, cemaat ve tarikatları inceleyenler; bu dönemde Kemalizme serfüru etmeyen kişi ve cemaatlerin vatanlarını terke mecbur kaldıklarını görecekler.
M. Kemal’in devrimlerine itiraz ettiklerinden 1945´lere kadar Şam-ı Şerif, Hicaz ve Mısır’ı mesken edinmişlerin sayıları binlercedir. Delil olarak yaşlıların etrafına bakmaları ve gençlerin ise bu istikamette çevrelerine birkaç soru sormaları yeterli olacaktır. Urmiye’den İskenderiye’ye, Ürdün’den Lübnan’a buram buram vatan hasreti kokan ve gözyaşlarıyla yazılmış mektupları derlediğimizde, belki de sosyolojik ve edebî bir şaheser ile karşılaşacağız.
Bediüzzaman Hazretleri Müftü Masum Efendi ve diğer Van eşrafıyla ellerini kelepçelere uzatırken, İmam-ı Ali’nin haber verdiği hadiseleri elbette düşünmüştü. Bir tarih yok olurken, bin senelik bir milletin zelzeleye tutulduğunu da biliyordu. Vatanı terk edenlere katılmayacağını peşinen söylemişti: “Ben Anadolu’nun bağrına rızamla gidiyorum. Hicaz’da bulunsaydım da el-hak buraya gelmem icab ederdi...” Yani İslâmın ve Kur’ân’ın bayrağını dışarıdaki Bolşeviklere ve içerdeki Kemalistlere karşı dalgalandıran yalnız Bediüzzaman var o günlerde... Vatanda kalmış ehl-i ilim, ehl-i tarikat ve ahrarlar da görünmeyen kuşe-i uzletlerine çekilmişler. Avrupa üzerinden birinci ve ikinci dinsizlik cereyanlarının yardımıyla Türkiye Müslümanlarına istibdat cenderesinde zulmeden Kemalizm’in karşısında yalnızca Said Nursî ve talebeleri var... Hapisler, zehirler, zindanlar, sürgünler, tarassutlar ve tahkirlerle mağlûp edemediği bu harekete karşı Kemalizm, son çare olarak münafıklıkla bazı dindarları kullanıp mücadele yolunu seçmiş: Eskişehir Hapishanesi ve cazibedar Nakşi Şeyhi... İstanbul’a Nurculuğu sokmamak üzere görevlendirilen meşhur ihtiyar hoca... Denizli’ye gönderilen bir-iki hoca... Ve Emirdağ’da iken Balıkesir, Kütahya ve İstanbul’da hocalar vasıtasıyla meydana getirilen hadiseler... Hasan Atıf´a musallat edilen hocaları ve Eğirdir Müftüsü gibi zevatı zikiredersek zincirin hayli uzayacağını iyi biliyoruz. Şurada hatırlattığımız hadiseler, Nurculuğun hakkından gelemeyen Kemalistlerin hangi yola başvurduğunu ve daha sonra bu “resmî din” çizgisinden doğacak siyasal İslâmın hangi kaynaklardan çıktığını göstermek içindir.
Kemalizm; nifak ve dinsizliğini daha çok maarif kanalıyla neşretmeye çalışmış ve çalışıyor. Üniversiteden ilk mektebe kadar bütün okulların Kızıl Sovyet rejiminde olduğu gibi emrinde hareket ettiği günlerde, önde gelen bir ismin itirafı meşhurdur: Bu vatanda Nurcular mağlûp edilemezler. (bakınız Emirdağ Lâhikası)
İkinci Dünya Savaşı sonunda, Avrupa’da Mesih’in ayak seslerini duyan Kemalizm Nurculara zeytin dalı uzatacaktır. Bolşeviklerin müttefiki olan İngiltere’nin pençesinden kurtarılan İslâm halkları bugünlerde teker teker bağımsızlıklarını ilân ederler. Müstebit İngilizin global rolü Amerika’ya geçince, hürriyet rüzgârları memleketimizde de esmeye başlar. Kemalistlerin kapı ve penceresini kilitlemeye mecbur ettikleri Bediüzzaman’ın mektuplarını okuyanlar, onun Emirdağ’dan ziyade; Java’da, Kualalumpur’da, Karaşi’de, Zeytuniyye’de, Rabat ve Aden’de dolaştığını, onların bağımsızlık kutlamalarına katıldığını ve yer yer onlara strateji dersleri verdiğini görürler. Şu söylediklerimizi mübalâğa zannedenler, Emirdağ Lâhikası’nın birinci cildinin ortasından sonuna doğru göz gezdirsinler. Elbette bize hak vereceklerdir...
1945’ten sonra Siyasal İslâmın kıpırdanmaya ilk başladığı yer yine İstanbul’dur. Avam-ı mü’minînin mahiyetini bilmedikleri M. Feyzi Çakmak merkezli yapılanmanın arkasında yine Kemalistler vardır. Mareşal’ın Nakşibendi tarikatı ile alâkası, Kur’ân okuyup namaz kılması halkı memnun edecek bir vitrin olarak ortaya çıkıyor.
Kemalistlerin dolaylı olarak Üstadla alâkalı olan üniversiteli Nurcuları siyasal İslâma bağlama çabalarını Bediüzzaman mektuplarıyla bertaraf ediyor. Emirdağ Lâhikası birinci ciltteki bir mektup manidardır. “Nurun hakiki şakirtlerine Nur kâfidir. Onlar da kanaat etmeli, başka şereflere veya maddî, manevî menfaatlere gözünü dikmesin.” (s. 238)
1950’lerde Bediüzzaman’ın hayatını yazmış Eşref Edip üzerinden siyasal İslâmcıların Demokratların karşısına çıkarılışı fevkalâde önemlidir. Bu dönemde üniversite okurken siyasal İslâmcılarca çembere alınmış Muhsin Alev’in Üstadına gönderdiği bir mektupta, nurcuların “Siyasal İslâm” yapılanmasında maya olarak kullanılmaya çalışıldığını görüyoruz. (Bkz. Emirdağ Lâhikası cilt 2, s. 281) O günlerde İstanbul, Ankara, İzmir ve Konya gibi büyük şehirlerde siyasal İslâmcıların kanca atıklarından kimlerin gittiklerini ve kimlerin kurtulduklarını tam bilemiyoruz. Bu araştırma Nur Talebelerinin mahremce yapmaları gereken bir çalışma da olabilir. Üstadın hayatta olduğu dönemlerde, talebelerin onu bırakıp siyasî bir cereyana kapılmaları mümkün değildi... Zira onun ihtişamı ve temsil ettiği şahsiyetin ışıkları, mumları görünmez kılmıştı. Kaldı ki Said Nursî’ye arkasını dayamış Demokratlara karşı bir siyasî başarı elde etmek hakikaten mümkün değildi... Önceki yazılarımızda da arz ettiğimiz üzere, bu dönemdeki siyasal İslâmcılar Kemalistler ile ittifak içinde Menderes’i devirmeye çalışıyorlardı. Meraklılara arşivler her zaman açıktır. Siyasal İslâmcı gazete ve dergilerdeki yazılardan, 27 Mayıs’a yapılan alkışları da duymamız mümkündür.
Bediüzzaman’ın Talebeleri ile Bediüzzaman sonrası Nurculuğu - maalesef - siyasal İslâma bağlamaya çalışan kanalların en önemlilerinden biri Seyyid Salih olacaktı. Aktif, müteşebbis, anadili Arapçayı güzel konuşuyor ve seyyid olduğundan Üstadın yanında özel bir yeri var. Fakat o bu pozisyonunu hem hükümet nezdinde ve hem de dış âlemde farklı şekilde değerlendirir. Pakistan’dan Arabistan’a... İrtibatlar, teşkilât üyelikleri vesaire… Siyasete ilgisi ileri derecede olunca, Üstadın yanında siyasî değerlendirmelerde bulunur, bilhassa ittihad-ı İslâm siyaseti hususunda Üstadını devamlı bilgilendirir... Bu mümtaz şahsiyetin çizgisinde, Üstadın vefatından sonra şûrâ havuzunda erimeyi reddeden bir tavır ile karşılaşıyoruz. Belki de Risale-i Nur’u haricî âleme ulaştırma ve üstadını onlara tanıtma uğruna bu yolu seçti. Ne hazindir ki, Türkiye biyasal İslâmı o mübarek insanı her karesinde değerlendirdi. Bediüzzaman’ın hizmetkârlarından Sungur Ağabeyin Fatih Camii’ndeki cenaze merasiminde Erdoğan’ın Seyyid Salih’i hasta haliyle öne çıkarmasının arkasında tam yarım asırlık siyasî fikir akrabalığı vardı, diyebiliriz.
Seyyid Salih’in İttihad gazetesinin neşrinde şûrâya itirazları, çıkardığı Hilâl Dergisindeki farklı çizgisi ve daha sonra 1973 seçiminde MSP’de vekil seçilmesi, Nurcular ve siyasal İslâm çalışmasındaki tam araştırmalarda, onu elbette öne çıkaracaktı...