Müslümanların kimliklerini tarih içinde araştıranlar, Ganj Nehri ile Atlas Okyanusu arasındaki geniş coğrafya ile karşılaşıyorlar.
Endülüs ile Maveraünnehir medeniyetlerinin inşaları aynı döneme rastgelir. Birisi şarkta insanlığa parmak ısırtırken, diğeri de müstakbel Avrupa Medeniyetinin temellerini atmakla meşguldür.
Dokuz asra yakın, tenasüp içinde yetişip serpilen ve yer yer inkıraza da uğrayan bu muhteşem medeniyetlerdeki kimlik hürriyetlerini günümüz Avrupası henüz anlayabilmiş değil. Müslüman idarecilerin camilerden önce havra, kilise ve sair mabetlere verdikleri önemi, hâlâ onların bin senelik mimarîleriyle tarihe meydan okuduklarından belli olmuyor mu? Evet, iddia ediyoruz, Ganj’dan Atlas’a seyahat edenler, bu manzarayı canlı canlı yaşıyorlar. Kur’ân’ın pratiği olan Hz. Muhammed’den (asm) ders almasalardı Müslümanlar, bu coğrafyadaki İslâm dışı mabetleri böyle koruyabilirler miydi?
Bunun delilini soranlara, incitmeden Avrupa içinde yerlebir edilmiş Sicilya ve Endülüs medeniyetlerini gösterebiliriz. Hürriyeti tadamamış, taassupta zirveye ulaşmış Ortaçağ Avrupasının Palermo ve Kurtuba çevresinde yıktığı eserlerin sayısı, Şam-ı Şerif, İstanbul ve İsfahan’daki günümüz İslâm eserlerinden az değildir. Endülüs’teki Müslüman Arapları İspanyol asıllı dedeleriyle birlikte (zira onlar da Müslüman olmuşlardı) İber Yarımadasında zulüm ve katl ile tehcire zorlayan Orta Avrupa, İslâmî şaheser mimarî mabetleri yerlebir ederken, Müslümanlar; İstanbul’da, Anadolu’da ve Şam’da yıkılma tehlikelerine karşı Nasranî kimliklerin temellerini kuvvetlendiriyor ve kubbelerini tamir ediyorlardı.
Çok akıllı birisi diyebilir ki, Müslümanlar o eserleri cami olarak kullandıkları için muhafaza etmişler… Ah, Ortaçağ Avrupası, skolastik kafa... Biz o eserlerin kilise olarak ayakta tutulmalarına o kadar razıydık ki, insanlık oralarda güzel san’atta ölmeyecekti... Günümüzde dinsiz Hollywood’un filmlerinde mafya olarak dünyaya tanıtılan Sicilya’nın, Avrupa Medeniyetinin üstadı olduğunu, günümüz İtalyası Palermo Medeniyetiyle izah edecekti... Ah, nerede Palermo, nerede Tuleytula ve Sevilla... İslâmın kimliklere saygısı ve onları koruması bugünkü mesele değil... Kur’ân’dan ve Hz Muhammed’den (asm) bu yana gelmiş mukaddes bir gelenektir.
KİMLİK DÜŞMANLIĞINI RÖNESANS MI TETİKLEDİ?
Rönesans İslâma yabancı değildir. Endülüs’ün isyankâr evlâdı olarak da bilinir. Onu doğuranların; Kurtuba, Sevilla, Tuleytula ve Palermo Medreselerinde kimliklerini kaybetmeden, huzur içinde yetişmiş talebeler olduğunu düşündüğümüzde, “isyankâr” kelimesine yüklemiş olduğumuz manayı daha iyi kavrarsınız. Rönesansın başında İspanya ve İtalya’da zirveye çıkan ilimlerin bir müddet sonra buralardan ayrılması da, Avrupa Medeniyeti’nin hakikî üstadlarının kimliklerini ortaya koymuyor mu? Bu derin mevzuyu da modern ilimlerin tarihçilerine ve tarihle uğraşan ulemaya bırakıyoruz.
Sicilya ve Endülüs medreselerinde yetişen Avrupalı âlimler, bir müddet sonra sıranın Hıristiyanlığa geleceğini elbette düşünemediler. İber ve Güney İtalya’daki Müslümanların yüz katı mağduriyeti katl, sefalet, kıtlık ve bulaşıcı hastalıkla Avrupa Hıristiyanlığı da yaşayacaktı. Buradaki savaşları, kimlik düşmanlıklarını ve üçyüz sene devam edecek karmaşayı Rönesans’a vermek zulüm olacağı kadar, suçu Kalvinistlerden Lutercilere vermek de yanlış olur. Bu süreci Hıristiyanlığın kendi içinde yaşadığı bir “dönüşüm” olarak değerlendirmek belki daha doğru olur.
MATERYALİZMDEN IRKÇILIĞA … VEYA TOPLUMSAL KİMLİK DÜŞMANLIĞININ DOĞUŞU
Rönesans ile Ortaçağ Kilisesinin doku uyuşmazlığının sebep olduğu kaoslardan felsefenin materyalizm olarak çıktığını söylemek doğru olur mu? Tarih bu döneme “akıl ile savaş” ismini de veriyor. Neticesi önceden kestirilebilinecek bu mücadeleden, Vatikan’ın galip çıkacağını kimse beklememişti.
İslâma karşı savaşta teşvik ettiği yeni aydınlanmacıların bir müddet sonra, o medreselerden öğrendiği ilimle kendisine karşı çıkacağını bilseydi kilise, bize göre cehaletinden dolayı tavrını yine değiştirmezdi. İhtilâl’den sonra ipleri iyice eline geçiren mektebin kiliseye kesin sonuç niyetiyle başlattığı taarruzla, kilise bütün cephelerden çekilmeye başlamış ve yerlerini Materyalistler doldurmuştur.
Materyalizmin kutsadığı toplumculukla kendisine güveni artan Avrupa cemiyeti içinden doğan ırkçılık, ahlâksızlık, otoritelere isyan ve nihayet inkârcılık, bu kıt’adaki yeni süreci başlatmış oldu. Kuvvetin ilahlaştırıldığı, menfaatin asıl gayeye yükseldiği, hertürlü mücadelenin mübah görüldüğü ve insanın ahlâken sınırlarının dışına savrulduğu bu dehşetli dönemdeki “kimlik hürriyetini” az çok kestirebiliyoruz. Yani, zulmün, istibdadın ve kaosun hüküm sürdüğü yerde kimlik bahis mevzuu olamazdı.
Allah’ı inkâr maksadıyla kurulan okulların meyveleri zakkumdan daha acı ve dinsiz felsefecilerin kısa zamanda Avrupa ve Amerika’yı tutuşturan fikirlerinin ne denli zehirli oldukları, l. ve ll. Dünya savaşlarıyla ortaya çıkacaktı. Kuvvetin ilahlaştırıldığı hür toplumda ortaya çıkan yeni kimliklerin insanlığı bitirecek mahiyette olduğunu, seksen milyon insan öldükten ve bin senelik medeniyetler tar u mar olduktan sonra anlaşılacaktı. Tarihin kimliklere ve medeniyete ve hürriyetlere en son düşman olarak nitelediği Moğollardan daha çok insan öldürmüş, masum insanları sömürmüş ve dünyayı; insanları, gelenekleri, kültürleri ve tarihiyle tahrip etmiş o günün Avrupasında kimlikler, hürriyetler, adalet ve insanî değerler üzerinde konuşmak adeta imkânsız hale gelmiştir.
Ta 1945’in sonuna kadar sürecek dehşetli kışın bitmesine kadar. ..Eksi elli derecede ve tam altı sene devam etmiş bu kışın, Avrupa’nın aslî çekirdeğini çatlatarak yeni bir Avrupa’nın veya Bediüzzaman’ın ifadesiyle l. Avrupa’nın filiz vermesine yol açması cihetiyle bu kıt’a hakında hayırlı olduğunu ve olacağını düşünüyoruz. O dehşetli zemherir ateşinin, soğuğuyla zakkumları meyveleriyle birlikte yaktığına inanmak istiyoruz.
l. AVRUPA’NIN KİMLİK YAKLAŞIMI
Musîbetler ateşinde nisbeten pişmiş bu Avrupa’nın demir perdeler arkasına çekilerek bir süre devletleşen global dinsizliğe karşı, Müslümanları korumaya alması, izaha çalıştığımız kıştan sonraki baharın emareleridir. Uzakdoğu’dan Fas’a kadar onlarca devletin sömürge olmaktan kurtulup bağımsızlıklarına kavuşması da bu hususu daha net izah ediyor. Gerek tarihî süreçlerden ve gerekse sebep olduğu zulümlerden dolayı İslâm âlemine en büyük düşman olarak görünmüş Avrupa’yı, bu dehşetli değişimden sonra Bediüzzaman kısmen tebrie edecektir. Belki de, dinsizlikle dindarlığın karşı karşıya olduğu bu iki Avrupa’nın hakikî kimliklerini anlatacaktır.
Bediüzzaman bize, ihtilâl-i kebir’den bu yana sermayesini zulüm, dinsizlik, ahlâksızlık, ırkçılık ve talan üzerine bina eden deccaliyet Avrupasına karşı; medeniyetin güzellikleri, adalet ve insanî değerler üzerinde yükselecek Avrupa’yı gösterir. Said Nursî’nin “modern kimlik yaklaşımları” anlaşılmadan, kimlikler üzerine tartışma ve sataşma ile neticelenen kavgaların mahiyetleri anlaşılamayacaktır. Bu yeni süreçteki karmaşık kimliklerin mahiyetleri meçhul kalınca da, dinsizler cehaletin yardımıyla toplumda yangınlar çıkarmaya devam edecekler. II. Avrupa’nın kimlik anlayışına modern kimlikler kısmında yeniden değineceğiz...